13.9.08

Ağırlık

Köpek ulumalarıyla kuşatılmış ezanın bitmesini bekledim. Gözlerim sımsıkı kapalı. Ne zaman uyanmıştım; daha doğrusu uyuyabilmiş miydim? Belki, belki de ölmüştüm. Haftalardır, günlerdir, bedenimin içini dışını kaplayan o ağırlık yoktu. Denize fırlatsalar, en az iki kere sekerdim; öyle hafif, öyle dümdüz, öyle ince. Gerçekten de ölmüş olmalıydım, yoksa bu hafiflik?..

Ağır ağır açtım gözlerimi. Tavandaki sinekler yerlerindeydiler. Ezan sesi bitmiş, bıkkın bir köpeğin havlamaları duyuluyordu. Canı neye sıkkındı kimbilir? Sağ elimi, kulaklarıma, burnuma götürdüm. Yerlerindeydiler. Sol yanığımı kaşıdım, sakalım öylesine kaşıdı avcumu. Ölmemiştim. Ölmemiştim, yaşıyordum da, bu hafıflik de neyin nesiydı? Aynaya bakmak için dayanılmaz bir istek duydum; susuzluk gibiydi. Fırladım yataktan, bir hamlede. Olamazdı böyle bir hafiflik, uçuyor muydum yoksa? Alacakaranlıktı henüz odam, şişeyi göremedim, tökezledim. Küfürler edecek oldum, vazgeçtim.

Yerli yerindeydi herşey. Kaşlarım, gözlerim, kirpiklerim, kirpiklerim, burnum, kulaklarım... Şu ağırlık denilen nalet olmayınca ne de çabuk yükselebiliyordu insan. Yükseldim parmak uçlarımda, baktım; göğüs kıllarım, meme uçlarım, göbek deliğim de yerlerindeydiler. İnişe geçtim. Dağınık saçlarım, pis sakallarım... “Bu ne hal yahu!.. Dağıtmışsın iyce, biraz çeki düzen ver kendine!..” demişti. Odasına çağırmıştı önce. Başkalarının yanında söylemeyecek kadar düşünceli olmasında bir avuntu bulmuştum. Bir ağırlık vardı o zaman içimde dışımda, kaldırıp da atamıyordum bir türlü. Yoktu şimdi o ağırlık. Yoktu da neredeydi? Aynadaki bene kaygısızca el salladım; anında karşılık verdi. Uzansa mıydım traş bıçağına, yok yok berbere gitmeliydim. Fakat dişlerimden başlamalıydım önce. Macunun unutulmaya yüz tutmuş ferahlığı daha da bir hafifletti beni. Alışmadığım bir hafiflikti. Bir ülkeyi yönetebilir, bir yerlerde dünya şampiyonu falan olabilirdim. Üçüncü kez fırça ağzımdaydı, diş etlerim kanıyordu, birden hatırladım. Çökmeyecekti, çökemeyecekti o ağırlık bir daha . Tam tahmin ettiğim gibi olmuştu herşey. Telefona koştum.

Bugünü, Pazar gününü seçmişti demek ölmek için. Tam da tahmin ettiğim gibi. Bir Pazar sabahı, ezan okunurken önce telsizini kapatacak. Annesinin çantasindan aldığı uyku ilaçları ile dolu şişenin kapağını açacak, şişeyi kafasına dikecek. Pazartesi sabahı şirkete gelenler, onun öldüğünü anlayamayacaklar. Başını, masanın üzerinde kavuşturduğu kollarının üzerine koymuş, uyuyor sanacaklar. Ben de aralarında olacağım, bir kuş gibi hafif. Müdür bey kızgınlıkla bağıracak. “Biz bunlara burda uyusunlar diye mi para ödüyoruz?” Bir kaç şirket çalışanı Müdür Bey’i destekleyecek. Ben de aralarında olacağım, buruşturulmamış bir kağıt gibi dümdüz. Sonra ve sonra gerçeği görünce ne kadar da şaşıracaklar. Suratlar asılacak, sigaralar yakılacak, dedikodular yorumlar başlayacak. Hiç de haberim yokmuş gibi davranacağım. Bilmezmişim gibi, farkında değilmişim gibi. Onlar gibi yapacağım. Bugünü seçmişti demek. Üzülüyor muydum yoksa onun için? Böyle olması gerekiyor muydu?


Ezberimdeydi numara, bir parçasıydım bütün çalışanlar gibi. Çalmaya başladı telefon. Dıııt ve dıııt ve dıııt. Oturuyordu koltukta; başı masada kavuşturduğu kollarının üzerinde. Ölü. İlaç şişesi sağ dirseğinin yanında, bomboş. Birden “Alo, buyrun güvenlık!” dedi bir ses. İrkildim. Hızla kapattım telefonu. Yaşıyor muydu hala? Elimi gözlerime, burnuma, kulaklarıma götürdüm, yerlerindeydiler. Yerlerindeydiler de nasıl bir işti bu? Bir ağırlık, o ağırlık çökecek gibi oldu, çökmedi. Rahatladım bir anda. Biliyordum geceyarısından sonra öldürecekti kendini. Canım, bir gün öncesi ya da sonrası ne farkederdi sanki?

Sesini bir daha, daha iyi duymak istedim. Ölümüne karar vermiş biri nasıl konuşurdu ki? Kaygısız mı, ürkek mi? Ses tonu değişir miydi?

Dıııt ve dııt ve dıııt. “Alo buyrun güvenlik!” Bir değişiklik yoktu bir öncekiyle. Konuşmak istedim onunla. Çıkaramazdı, biliyordum, gene de değiştirdim sesimin tonunu. Bir müdür gibi konuşmaya çalıştım. Sürekli servise gittiğim bir firmanın adını verdim. Müdür olduğumu söyledim. Sistemler çalışmıyordu ve çok çok önemliydi. Biliyordum ve Pazar günü üstelik bu saatte aramıştım ama belki de yardımcı olacak biri vardı şirkette. Acabaydı. Pek sanmıyordu ama gene de bir bakacaktı katlara. Bekleyebilir miydim? Hemen dönerdi.

Kimse olmazdı sabahın köründe şirkette. Olsa olsa ben olurdum. Sabahlara kadar çalışırdım bir zamanlar, neden çalıştığımı bilmeden. Ağırlığın yeni yeni çökmeye başladığı zamanlar. Kolanın içine kahve katardım da nasıl da köpürürdü? Her saat başı katları dolaşır, telsizi ile amirlerine bilgi verirdi. Benim çalıştığım kata gelince durur, uykusuzluktan morarmış gözaltlarıma bakar: “Müdür olacak adamsın sen!” derdi. Gülümserdik birbirimize. Bilmezdim her gülümsemenin üzerimde ufak ufak biriken ağırlıklar olduğunu. İlk kez ne zaman duymuştum o ağırlığı? Midem açlıktan sancırken, bana ikram ettiği peynir ekmeği yerken mi, yoksa bana anlattığı...

“Müdür Bey! Kusura bakmayın beklettim” dedi ses. Kendime geldim. Sanki neden değişmiyordu ki ses tonu? “Şu anda kimse yok şirkette, gün içinde gelen olursa sorununuzu iletirim, olmazsa artık Pazartesi sabahına...” Teşekkür edip, kapadım telefonu. Neden ses tonu değişmiyordu? Saatime baktım, berberin açılmasına saatler vardı. Sağda solda, orada burada şişeler, teneke kutular çarptı gözüme. Toplamaya başladım. Değişik bir istekti, evi tertemiz yapmak. Daha çamaşırlar vardı.

Posta kutularının altında kapıcının çocuğu burnunu karıştırıyordu. Ayakları çıplak, tırnakları kir içinde. Başını okşadım, bana baktı ve gülümsedi. Gözleri, burnu, kulakları yerlerindeydi. Uzun zamandır dokunmadığım posta kutusunu açtım. Sular idaresindendi. Beş günlük süre vermişlerdi. Yoksa keseceklerdi. Faturayı özenle katladım, cebime koydum. Neden beklemiştim ki sanki şu güne kadar? Bir ağırlık vardı içimde dışımda, kaldırıp da atamıyordum bir türlü. Ödeyecektim. İdareye gidecek, sıraya girecek, bekleyecek, bekleyecek, bekleyecektim. Sırayı bozan olursa kavga edecek, güzel kadın varsa bakacaktım. Tüy gibi, böylesi hafiflik olmazdı. Kapıcının çocuğu elindeki sümüğü yerken dışarı çıktım. Bir sıcaklık yaladı yüzümü, hemen güneş gözlüğü almaya karar verdim. Yapılacak işler nasıl da çabuk birikiyordu. İki oğlan çocuğu dar sokakta paslaşıyolardı. Irice olanı abandı, top yokuş aşağıya yuvarlandı. Topun sahibi diğer zayıf çocuk olmalıydı., yoksa sövmezdi ana avrat diğerine. Bayır yukarı yürümeye başladım. Önlerinde gezinip gezinip de bir türlü giremediğim iki lüks berberden birine gidecektim.

“Bir yarım saat sürer...” demişti, çok önemli bir iş yapıyormuşçasına uzun uzun saatine bakarak. “İster oturun bekleyin ya da bir işiniz varsa halledin.” Bekliyordum. Soğuk birşeyler de söylemişti; içiyordum. Güleryüzlüydü. Sahteydi. Sevdiklerine de böyle mi gülümserdi? Benimle birlikte bekleyenlerin, bana baktıklarını biliyordum. Umrumda da değildi doğrusu. “Herife bak, saçı sakalı birbirine karışmış, bugüne kadar niye uğramamış ki berbere?” Başımı çevirdim, kimsenin bana baktığı yoktu.

Masada duran gazetelerden birine uzandım. “Avrupa’ya demokrasi dersi verdik!” Manşetin altında bir fotoğraf, bir adam, sağ elinin işaret parmağı havada, Avrupa’yı gösteriyor olmalıydı. Yüzündeki damarlar belirgin, kızgın. Daha altlarda daha küçük bir manşet. “Avrupa’nın oyuncağı olduk!” Bir öncekine benzer bir fotoğraf, bir öncekine benzer bir adam. Öfkeli. Ağızları, burunları, kulakları yerlerindeydi. İnsanları sevemedikleri için, onları yönetmeye çalışıyorlardı. Acaba yarın onu da yazacaklar mıydı? Belki üçüncü sayfada, belki küçük bir haber. “Güvenlik görevlisi, görevi başındayken bir şişe uyku ilacını içerek intihar etti.” Hiçbir sorunu olmayacaktı. Öyle diyeceklerdi tanıdıkları, arkadaşları. Bunu neden yaptıklarını bir türlü ama bir türlü anlayamayacaklardı. Gerçi hem genelde hem de son günlerde biraz sessizdi ama hiç de akılllarına gelmeyecekti. Karınca incitemeyecek insanlar cinayetler işliyorlar, hiçbir sorunu olmayanlar kendilerini öldürüyorlardi. Nasıl bir işti bu, anlayamıyorlardı. Bilmiyorlardı. Ben biliyordum. Ağırlıktı, ağırlık. Bir ağırlık çöküyordu insanın içine dışına, kaldırıp da atamıyordu bir türlü. Bir ağırlık çökecek gibi oldu, “Canım şimdi sırası mı?” dedim kendime kendime. Kurtulmuştum. Su faturası vardı, güneş gözlüğü vardı, çamaşırlar vardı. “Şöyle buyrun!” dedi sahte gülümseme, gazeteyi bıraktım, gösterdiği koltuğa doğru yürüdüm.


Gözlerimi açtım. Lavabonun deliklerinde kaybolan kirli suya baktım. Saçlarımı ikinci kez yıkıyordu. Şampuanın kokusunu içime çektim. Şirkettekiler yarın beni gördüklerinde nasıl da şaşıracaklardı. Takılacaklardı. Seviyesiz takılmalar. Hep birlikte gülecektik. Onu ise göremeyecektim. Sabahları şirketin bulunduğu sokağın başında karşılaşırdık. O bir iş gününü bitirmenin, bense başlamının yorgunluğunda. Bir başlayıp bir biten günler dinlenilmekten korkulan büyük bir yorgunluk muydu? Epey dalgın olurdu da beni görsün diye üstüne üstüne yürürdüm. Beni görünce gülümseyeceğini, o tebessümün ağırlığıma ağırlık katacağını bilirdim de aldırmazdım. Çarpışacak kadar birbirimize yaklaştığımızda “Günaydın!” derdim. Şaşırır, irkilir, beni görünce gülümserdi. “Müdür olacak adamsın sen!” derdi. Gülümserdim.

“Ne iş yapıyorsunuz?” Aynadaki sahte gülüşe baktım. Gülüşünün seviyesini vereceğim cevaba göre ayarlamaya çalışıyor gibiydi. Saçlarımı kuruluyordu. “Müdürüm, özel bir şirkette...” dedim. Gülümseyişi değişmiş miydi, yoksa bana mı öyle gelmişti. Saçı sakalı birbirine karışmış, burun kılları uzamış bir müdür olamazmış gibi gülümsüyordu şimdi. En azından sahte değildi. Makası saçlarıma daldırdı. Sakal traşı da olacaktım. Telefonla masamı aramış, odasına çağırmıştı. Gittiğimde kapıyı kapatmamı söylemişti. Dik dik bakıyordu yüzüme, saçlarıma, sakalıma. “Bu ne hal yahu! İyce dağıtmışsın, biraz çeki düzen ver kendine!” Bir uyarı mıydı, yoksa dostça bir sesleniş mi? Suç işlemiş afacan bir çocuk gibi utanmış, belli belirsiz olur anlamında sallamıştım başımı.

Sakal traşını da bitirmek üzereydi. Burun kıllarımı bana sormadan kesmişti bile. Eve gidince üç dört kez daha dişlerimi fırçaladım mı tamamdı işte herşey. Yok değildi. Çamaşırlar vardı, onları ütülemek vardı. Çok iş vardı yani. İçimde bitmeyecek bir sabırsızlık büyüyordu. “Sıhhatlar olsun!” dedi. Müdür olabilecek biriymişim gibi bakıyordu. Onunkine benzetmeye çalışarak bir gülümseyiş takınıp kartını istedım. Yeni bir müşteri –üstelik de müdür- kazanmış olmanın sevinciyle ellerini ceplerine götürdü. Herşey ne kadar da kolay olmuştu.

Çırakla birlikte bakkal da şaşkındı. Çırak elindeki dört kutu birayı torbaya koyarken “Yok yok dedim, bu günlük şarap alıcam. Kalitelisinden bir kırmızı varsa iyi olur!” Bakkal hala beni inceliyordu. Yarın hele daha da eğlenceli olacaktı. Çırak, bakkalın espri yapacağını anlamış, şimdiden gülmeye hazırlanıyordu. Bakkal, “Yakışıklı olmuşssun lan, anlayalım çapkınlık mı var akşama, kırmızı şarap falan...” dedi. En çok çırak olmak üzere, hep birlikte güldük. Cevap vermeden gülmem, sorusunu onaylamam anlamına geliyordu. Para üstünü verirken, başıyla karşı apartmanı işaret etti. “Şuraya bayan oğrenciler taşınmış!” Başı şimdi de çırağı gösteriyordu. “Bizimki görmüş.” Çırak gururla başını sallayarak onayı verdi. “Hani böyle hazır traş falan olmuşken, haberin olsun diye söylüyorum.” Hep birlikte tekrar güldük. Eyvallahlaştıktan sonra çıktım dükkandan. Bakkal, ilk kez, benle böyle konuşmuştu. Bir kez daha “Yarın çok eğlenceli olacak...” dedim içimden.

Mantarı şişenin içine kaçırmam dışında herşey yolunda gitmişti. Haftalardır bokun bile götürmeye gelmediği ev tertemizdi. Yarın için giyecekleri ütülemiş, hazırlamıştım. Hava kararmaya başlamıştı. Korkmasamdı da telefon edip bir sesini duysam idi. Şişe yarılanmıştı. Kurtuluşa içiyordum. En kalitelinden kırmızı şarap. Hem onun hem benim kurtuluşuma. Bir kadeh daha içsem telefon edecek o cesaret gelir miydi? Bu kadar hafifliğe, çekingenlik, şaşılacak şeydi doğrusu. Canım o kadar da olsundu. Kadehi bir dikişte bitirdim. Telefona uzandım.

“Alo” dedi ses ve sustu.
“Alo” dedim ve sustum.

Bir sevinç kapladı içimi. Kim olduğunu unutmuştu. Demek ki bu geceydi. Bir süre sonra: “Güvenlik... Buyrun” dedi.
Kaygısızdı telefonun diğer ucundaki ses. Hadi birazcık da sıkıntılıydı diyelim. Sesimi değiştirip, daha önce aradığımı söyledim. Neden cevap vermiyordu? Dinliyor muydu? Sistemler hala çalışmıyordu. Birileri uğramış mıydı? Kelimeleri toparlıyamıyordu sanki. Hatırlamıştı hatırlamasına da, yok yoktu. Kimseler uğramamıştı. Artık yarınaydı. Neden cevap vermişti ki telefona sanki. Sorumluluk ölümün kenarında bile insanın yakasını bırakmıyordu. Çocukca bir muzurluk kapladı içimi.

“Sağolun herşey için!” dedim.
Durdu bir süre. Ne diyeceğini bilmez gibi miydi?
“Siz sağolun Müdür Bey...” dedi.

Kalan şarabı kadehe boşaltmadan diktim. Hiç uyumadığım kadar rahat bir uyku uyuyacaktım. Bayağı bir erken saate çalar saati kurdum. Şirkete gitmeden önce son bir kez daha aramak istiyordum. Nasıl olsa açmayacaktı da neden aramak istiyordum? Banyoya gittim. İşedim. Elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçaladım. Aynadaki bene gülümsedim. Odama geçtim. Tertemizdi. Soyundum. Yatağa girdim. Yeni yıkanmış nevresimin kokusunu çektim. Ben, herşey çok hafifti. Belki uyku birazcık ağır.

Sabahtı. Ezandı. İt ulumalarıydı.
Dııııt ve dıııt ve dıııt’tı.

“Şeyini sallasan müdüre çarpıyor kodumun yerinde. Sonra tabi zam yok pirim yok para yok. Verirsen bütün paraları müdürlere, elin zıpırlarına, olmaz tabi. Hafız sen biliyorsun kaç yıldır çalışıyorum ben burda? On yıldan fazla. Allah canımı alsın bu şirkette sevkiyat bu kadar hızlıysa hiçbir sorun çıkmıyorsa bu benim sayemdedir. Bu kadar emek verdim de ne karşılık gördüm? Neymiş, sigortalıymışım güvencem varmış daha ne istermişim? Kim mi dedi bunu bana? Müdürlerin baş yalakası şöför bunu bana söyleyen. Ulan hayatımda hastalanmış bir insan evladı değilim ki, sigortayı ne yapayım güvenceyi ne yapayım. Para lazım bana para. Yok hafız yok olmayacak bu böyle. Bir de bu güvenlik görevlisini çıkardılar başımıza! Ulan savaşta mıyız güvenliğe ne gerek var? Elin herifçioğlu oturacak sabah aksam birşey yapmadan, klima çalışıyor püfür püfür, neymiş güvenlikmiş! Ermez hafız ermez, akıl sır ermez bu tepedekilerin işlerine....”

Ve dııııt ve dııııt ve dııııt’tı.

“ Sen doğuya sevkiyata gitmiştin abicim o zaman. Biz işte oturuyoruz çay içiyoruz. Çaycı geldi dedi ki, akşam mesai sonrası toplantı var. Herkes katılacakmış. Herkes dediğin bizde mi diye sorduk. Herkes herkes, biz de dedi. Daha önceden görülmüş şey değil. Biz ve toplantı. Aldı hepimizi bir korku. Ulan yoksa postalayacaklar mı? O değil akşama maçta var. Aklımıza hemen şöför geldi. Neler döndüğünü bilse bilse bir o bilir. Stajyeri gönderdik bulsun şöförü diye. On dakka sonra geldiler. Şöförü görsen herifte bir kasıntı, sanki müdür. Korkmayın korkmayın dedi. Köklü değişikler olacak, daha iyi, ileriye yönelik.
Neyse abicim, akşam oldu toplantı odasındayız. Alışık değiliz ki böyle işlere, koyun gibi bekleşiyoruz. Poğaçalar, çaylar masada alsak mı almasak mı bilmiyoruz. Bu şöförü görsen nasıl da yılışıyor müşteri temsilcisi karılara. Derken müdür girdi içeri, yanında daha önceden görmediğimiz bir zırtapoz. Şöför ayağa fırladı hemen, bize de kalkın kalkın der gibi el sallıyor. Ayağa kalktık, gerek yok dedi müdür, oturduk. Hep bu şöför pezevenginin işleri. O adam mı kim? Hangi adam abicim, haa zırtapoz mu, anlatıcam abicim anlatıcam. Uzun yıllar yurtdışında kalmış bir herifmiş. Birşeyler söylüyor ama allah belamı versin ki sivrisinek vızıldıyor sanarsın. Dünya değişiyormuş, bilişim milişim bişiler anlatıyor. Gözüm bir yandan da saatte, o değil akşama maç da var. Vizyon dedi, misyon dedi. Bizler de bu şirketin bir parçasıymışız. Şöför Bey’den Müdür Bey’e kadar herkes bir parçasıymış. Bizim şöföre bey deyince basacaktım kahkayı da zor tuttum kendimi. Neyse önce vizyonu, sonra da misyonu okudu. Şöför hemen alkışlamaya başladı, bu sefer gelmedik gazına da yırtık dondan çıkar gibi kaldı herif. Adam anlattıkça anlattı. Madde madde yapılacak değişikleri söyledi. Aklım maçta, ne derse kafa salladım. Neyse iki gün sonra bir geldik, kapıda seninki. Önce polis sandık, meğerse güvenlik görevlisiymiş. Şöförü görsen nasıl sevinçli, meğer müdüre o söylemiş böyle birilerini almak gerektiğini, her yerde varmıs artık bunlardan...“

Ve dıııt ve dıııt ve dııııt’tı.

“İçerim bacım bir çay daha içerim. Sağolasın. Yalnız öyle her anlattığıma gülerek kalbimi kırıyorsun. Böyle yapacaksan konuşmam, hem neden uydurayım ki? Uydurmam için bir neden mi var? Geçen akşam işte, Müdür Bey’i evine bırakıyorum. Yahu dedi içini çekerek. Senin bildiğin salaş meyhaneler vardır, bir gidip de içelim, şöyle arnavut ciğerli, pilakili bir masa gözümde tütüyor. Ayıp ediyorsun ama bacım. Tamam anlatmıyorum. Yok yok anlatırsam şerefsizim.

O değil de, asıl şu güvenlik görevlisini hiç gözüm tutmadı. Kospoton gibi herif. Ne konuşuyor, ne gülüyor. Esrarkeş hapçı olmasın. Bacım, diğerlerine de söyledim, öyle paralarınızı kıymetli eşyalarınızı bırakmayın orda burda. Ben Müdür Bey’e söyledim de dinlemedi beni, bacanak vardı benim, askerliğini yeni bitirmişti, onu alalım dedim. Dinlemedi. Bu herif bir bok yiyecek ama iş işten geçmiş olacak. Aslına bakarsan şu güvenlik olayını da çözemedim ben. Aramızda kalsın bizim Müdür Bey’in kirli işleri var. Çaktın di mi mevzuuyu. Yenilik menilik adına, aslında kendini koruyor. Bak şuraya çiziyorum, yüzüne karşı da söylüyorum, bu herif bir bok yiyecek, sonra demedi deme...”

Ve dıııt ve dıııt’tı.

“Nasıl dayanılır? Nasıl dayanıyorlar? Bilmiyorlar mı? Bilmezlikten mi geliyorlar? Bir bina, binanın içindekiler. Sabahtan akşama kadar. Bazısı soğuk, bazısı sıcak savaşlar. Küçük fırsatlar, büyük fırsatlar. Birbirlerini birbirlerine karşı koruyamayan insanlar. Güvenlik görevlisi. Bina ve içindekiler güven içinde. Güven içinde gün ve gün ve bıkmadan ve usanmadan; birbirlerinin kuyularını kazmalar ve küçük fırsatlar ve büyük fırsatlar ve kurnazlıklar ve yalanlar ve sahtelikler ve aldatmacalar. Çökmez mi insana bir ağırlık? Hani olur da çökerse nasıl kaldırılıp da atılır? Nasıl dayanılır? Nasıl dayanıyorlar? Bilmiyolar mı? Bilmezlikten mi geliyorlar?”


Bilerek geç kalmıştım. Çok değildi, bir onbeş dakika kadardı. Yoktu acelem, nasıl olsa bekliyorlardı. Dönecektim köşeyi, görecektim onları. Yanılmamıştım. Bekliyorlardı. Yedek anahtarlara sahip müdürü bekliyorlardı belki de. Yanlarına doğru yaklaştım. “Günaydın!” dedim. Yanıtladılar. Hepsi bendeki değişikliği farketmişlerdi fakat sırası mıydı şimdi. Daha sonraya idi. Açıkcası bendeki değişiklik de pek önemli değildi hani. Yıllardır ilk kez kapıda kalıyorlardı. Hiç düşünmedikleri, alışık olmadıkları bir değişiklik varken ben de neyin nesi oluyordum?

Neredeyse herkes kapı önündeydi. Depo sorumlusu, sevkiyatçılar, çaycı hallerınden memnundular. Açılamasaydı da şu kapı keşke, sonra evlere pırrr. Şöför caddede müdürünün gelmesini bekliyordu. Bir gece önce kurduğu senaryoları insanlara nasıl anlatacağını düşünüyor olmalıydı. Müşteri temsilcileri, satış uzmanları telaşlıydı. Yetişmeleri gereken toplantılar, aramaları gereken müdürler, çekmeleri gereken fakslar. Canım nerden çıkmıştı ki bu olay şimdi?

Bir sigara yaktım. Dumanı üflemeye kalmadan, müşteri temsilcilerinden birinin bakışlarını yakaladım. Ne yapılırdı ki bu durumda? Hemen kaçırdı gözlerini. Yanına yaklaştım. Bana neler olmuştu böyle?

”Günaydın.” dedim. “Ne oldu? Açmıyor mu kapıyı güvenlik?”

Nasıl oluyordu da bir kadınla bu kadar kolay konuşabiliyordum?

“Günaydın.” dedi ve gülümsedi.
“Sanırım bir yere gitmiş açmıyor kapıyı. Müdür Bey’e haber verdiler, yoldadır.”

Gözlerinin içine içine baktım. Anlamıştı. Belki bu gece...

“Güvenlik görevlisi sakın kendini öldürmüş olmasın?” dedim.
“Yok canım, daha neler!” dedi. Gözleri mi büyümüştü sanki?

“Çok şakacısınız!” dedi sonra. Ben de gülümsedim. Akşam davet etsem? Neden olmasındı? Sabırsızca saatine baktı. Neredeydi müdür bey. Bir müşteriye çok acil faks çekmesi gerekiyordu. Teselli etmek istercesine ona daha da yaklaştım, elimi omzuna koydum. Daha da değişik baktı. Hınzırca. Belki bu akşam? Demek böyle oluyordu bu işler.

Şöför “Müdür Bey geliyor!” diye bağırınca elimi çektim. Askerleri önünde savaş kaybetmiş bir komutan gibiydi müdür. Şöförün ona anlattıklarını dinledi, elindeki anahtarları şöföre verdi.

Kısa sürede doluştuk içeriye. Şöför güvenlik görevlisinin masasına doğru yürüdü. Kollarını masanın üzerinde kavuşturmuş, başını kollarına yaslamış, oturuyordu. Şöför dürttü onu. Bizlere döndü fakat müdürle konuştu. “Bu adam sızmış Müdür Bey! Leş gibi de içki kokuyor!” Yerdeki şarap şişelerini gösterdi. Ben size ne demiştim bakışları vardı gözlerinde. “Bu nasıl iş kardeşim?” diye bağırdı müdür. “İş yeri mi, meyhane mi burası? Hemen evine götürün bu adamı!” Bir hışımla cebinden çıkardığı paraları şöföre uzattı, hışımla odasına doğru yürüdü. Şöförün bir baş işareti ile sevkiyatçı ve depo sorumlusu güvenlik görevlisinin kollarına girmişler onu dışarıya, arabaya doğru götürmeye çalışıyorlardı. Müşteri temsilcileri, satış uzmanları hayatlarında ilk kez bir sarhoş görüyorlarmışçasına bir nefret ve acıma ile onlara bakıyorlardı Katlarına doğru yürürlerken güvenlik görevlisi birşeyler mırıldanmaya başlayınca, durdular. Ne diyeceğini mi merak ediyorlardı ? Vazgeçti diyeceğinden güvenlik görevlisi. Bir yanında depo sorumlusu diğer yanında sevkiyatçı dışarı çıktılar.


Pazartesi sabahı katları teker teker dolaşmak müdürün bir alışkanlığıydı. Her an bulunduğumuz kata gelebileceği için saçımla ve olmayan sakalımla yapılan espriler kısa tutulmaya çalışılıyordu. Çok geçmedi müdür göründü. Bölüm sekreterine ne yapması gerektiğini anlattıktan sonra çevresine baktı ve beni gördü. Dudaklarındaki o tebessüm de neydi öyle?

“O anlayalım. Akşama çapkınlık mı var!” dedi. Espriyi müdür yaptığı için hepimiz biraz da abartarak güldük. “Güzel olmuş. İşte hep böyle!” diye ekledi. Utanmış gibi yaparak, başımı öne eğdim. Teşekkür ettim. Bilgisayarın açma düğmesine doğru uzandım.



No comments: