29.6.11

köy yalnızlıkları

kahve onunde kipirtisiz oturan ihtiyarlarin yalnizliklari
yere sapladiklari bastonlarda mi
az otede kapi onunde dedikodu yapan kadinlarin
cignedikleri sakizlarda mi sakli?

ve sen sevgilim belki bir gun kasabaya gidersin
bir sakiza basarsin farketmeden
ve sonra kente bana gelirsin
yuzlerce ihtiyarin yalnizliklariyla birlikte.

serhat turan

19.5.09

Holivut Emekçileri - Bruno Kirby




Bizdeki "Yeşilçam Emekçileri" gibi bir şey bu da. Holivut'da da var böyle insanlar. "Belki bir yapımcı yönetmen gelir de, bir filmde ufak da olsa bir rol çıkar..." diyerek kahve köşelerinde okey oynamak zorunda kalmamışlar ya da New York parklarında donarak ölmemişlerdir de gene de sessiz sedasız ortamlardan ayrılmışlar, gereken değeri bir türlü görememişlerdir. Bruno Kirby de böyle bir adam işte. Öleli üç yıl olmuş, oynadığı bir filme denk gelip de, "şimdi ne yapıyordur?" diye baktığımız zaman adamın öldüğünü anlıyoruz. Oynadığı filmlerin bir çoğunda sıklıkla gözükmese de, yan rollerde yer alsa da o filmin en önemli, en dikkat çekici adamı olmayı başarmış çok usta bir aktör.

Bir Kevin Spacey bu kadar ünlü bir aktör olabilmişken, Bruno Kirby'nin kıyıda köşede kalması insanın içini acıtıyor, hayata küstürüyor. Brno Kirby'nin ortamlarda gözükmeye başlaması God Father 2 filmi ile oluyor. Peter Clemenza'nın gençliğini canlandırıyor. Birdy filminde Renaldi rolü ile dikkatleri çekmeye başlıyor. Ve en başarılı olduğu rollerden biri: Good Morning Vietnam da canlandırdığı Teğmen Steven Hauk. When Harry Meets Sally filmindeki Jess de Bruno Kirby. Ve bence oyunculuğunun doruk noktasına çıktığı iki rolü. Donnie Brasco'da canlandırdığı "Nicky", "The Basketball Diaries" 'de hayat verdiği basketbol koçu "Swifty". City Slickers'daki "Ed Furillo" rolünü de unutmamak lazım.



Donnie Brasco filminden sonra artık ne oluyorsa ortadan kayboluyor Bruno Kirby. Oynadığı filmler pek ses getirmiyor. 2006 yılında ise aramızdan ayrılıyor.

Charles İş Başında - 3


-Charles?

-Buddy, Kanka?

-Bütün gece uyumadım, altılının çatısını kurdum, ilk üç ayak hepsi, son üç ayak tek. Bombalar gelirse ki gelecek, yeni bir hayat bizi bekliyor.

-Vallaha mı? Ver bakayım. Kanka ne yaptın sen dördüncü ayakta yatar bu. Aprantiyi tek atmışşsın.

-Abi adam haftaya askere gidiyor, harçlık olsun diye yarışı ona kazandıracaklar.

-Kanka geçen hafta da İzmir koşusunda adam evleniyor diye tek attık, startta kaldı yarışı tamamlayamadı.

-Abi bu sefer kesin alacak, nerden baksan seksen ganyan verir. Sen ortak oluyo musun şimdi bu kupona?

-Kanka, para mı kaldı cepte? Çoluk çocuk bakarak para mı kazanılır. Dur ben Adam'a sorayım.


-Adam, adamım. Girebilir miyim?

-Beni yalnız bırak Charles, yalnız kalmaya ihtiyacım var.

-Vay keranacıya bak. Şimdi bırak da yalnızlığı, sen bugün harçlığını aldın değil mi? Yarısını bana ver akşam sana beş katını geri vereyim.

-Gene altılı yaptınız di mi? Ben de ortak olursam olur, olmazsam yalnız kalmaya ihtiyacım var. Beni yalnız bırak.

-Tamam tamam, sen de ortaksın ama kupona at yazmak yok. Anneye söylemek yok.

18.5.09

Kız oğlan farketmez, sağlıklı olsun da...



Merakla bekliyorsun, kız mı doğacak oğlan mı? Eskisi gibi değil tabi, teknoloji ilerlemiş, üç boyutlusu falan bile var ultrason sağolsun, gidiyorsun doktora bakmaya başlıyor doktor, sen merakla bekliyorsun, doktorun mimiklerinden kız mı oğlan mı anlamaya çalışıyorsun, doktor ultrason ekranına bakmaya devam ediyor ve derin bir nefes alıyor, tam o sırada içeriye bir takım hastabakıcılar giriyor, sen endişelenmeye başlıyorsun, "Neler oluyor doktor, bir sorun mu var?" diye soruyorsun. Önce doktor, sonra hastabakıcılar, "şşşşşşşşşş" diyerek sana sus işareti yapıyorlar, sen iyice tedirginleşiyorsun, tam o sırada hastabakıcılar bağırarak, "biiiiiiir, ikiiiiiii, üççççççç" diyorlar ve doktorun yanına gidiyorlar. Doktor ayağa kalkıyor ve hepsi hep birlikte ultrason ekranına bakarak başlıyorlar zıplamaya:

"Kordona basma bebek
Kordonu eziyorsun
Kusura bakma ama
Oğlana benziyorsun!"

(Böyle şakacı doktorlar olmalı. Kaç kere gebe kalıyorsun ki şu hayatta?)

Sevimli Meyveler

Birçok insanın, özellikle gençlik olmak üzere hayatının bir döneminde mutlaka ortaya çıkan bir heves meyve toplamı olayı. Belli gruplara ayrılıyor. En çok karşılaşılanı şu: "Plazaların iki yüzlülügünden, ah şu para denilen kağıt parçası için yapılan çirkinliklerden bıktım usandım, doğada ormanda elma kiraz toplamaya karar verdim. En kısa zamanda gideceğim!" Bu heves genellikle bir hafta on günlüğüne gidilmiş kelebekler vadisi, olympos tatillerinde ortaya çıkar ve tatil sonrası iş çıkışı buluşmalarında içkiler yudumlanırken iç çekişler eşliğinde sürekli hatırlanır ama bir türlü gerçekleşmez.



Bu hevesin yurtdışı kaynaklı olanları da sıklıkla görülür. Fransa'nın, Hollanda'nın, Polonya'nın köylerinde kiraz ve elma toplamak. Olabilidiğince az sorumluluk alabilmenin yarattığı o muhteşem rahatlık. Tam bu sırada American Beauty'den de bir örnek verilmeli. "İşte o adam gibi yapacaksın!" demeli, "adam işini bıraktı, gitti mcdonalds'da garson olarak çalıştı, alabileceğim en az sorumluluğu almak istiyorum dedi, biz neden yapmayalım!" şeklinde boş gazlar verilmeli. O elemanın şirketten dünyanın tazminatını aldığı hiç akla getirmemeli. O kirazları, elmaları zamanında toplama, adamın burnundan nasıl getirirler, hangi iş olursa olsun az da olsa çok da olsa sorumluluk oldukça olay aynı bok hiç düşünmemeli.



Neyse, bu tip heveslerin ortak ve garip bir noktası, olayın hep sevimli meyveler üzerine olması. Sevimli meyveler ve güzel ortamlar. Ege'nin bağlarında üzüm, Fransa'da elma, kiraz, şeftali, kayısı. Kamboçya'da pirinç tarlasında çalışmak isteyen yok örneğin. Siktirip gidip Kırşehir'de soğan topla, sonra ömrün boyunca ellerinden o koku silinmesin, görelim doğayla içiçe olmayı, olabildiğince az sorumluluk almayı...

30.9.08

Ah nerede o eski bayramlar?

Bin dokuz yüz seksen altı olması lazım. Babamla şeker bayramında Erbaa'ya dedemin köyüne gitmiştik. Bayramın ikinci günü mü ne babamın verdiği harçlıkla köy bakkalına şeker ve çikolata almak için uğramıştım. Böyle güzel güzel bir sürü şeker ve çikolata seçmiştim. Tam parayı ödeyecekken bakkalı işleten yaşlı kadın "aklını oynattın herhalde, ayıp değil mi o kadar parayla çikolata şeker alıyon, un al şeker al nenen sana tatlı yapsın!" diye bağırıp vermemişti şekerleri çikolataları. Şehirde iki çokonat, iki tadelle, iki bonibon alabileceğin harçlık miktarı köy yerinde artık ne kadar yüksekse kadın ciddi ciddi satmamıştı malını, bir de deli muamelesi yapmıştı el kadar sabiye.

O utanç yetmedi bir de köy meydanında diğer çocuklarla güreşe tutturmuşlardı, gelen ezmişti, geçen ezmişti. Hele "senin boynunu kopartırım" diyen benden beş altı yaş küçük bir çocuk vardı, otuz saniyede tuş etmişti, hala gözümün önünde o çocuk.

Ah nerede o eski bayramlar? Şu an snickers yiyorum ve ağlıyorum, biliyor musun?

24.9.08

Feysbuk

Ali Riza Wrote:
at 9:12pm on September 23rd, 2008

Cihat Bey, nerden buldun bu fotoğrafı, Allah iyiliğini versin. :))))) Sami Bey'in doğumgününden hemen sonraydı, yoksa yanlış mı hatırlıyorum. :) Ne kadar çok eğlenmiştik. Nadir Bey, canım baston ne kadar da yakışmış:). Hepinizi çok özledim. :((((

Nadir Wrote:
at 9:08pm on September 23rd, 2008

Canım teşekkür ederim. O senin güzelliğin :))) Hepinizi ben de çok özledim. :(((((

Sami Wrote:
at 3:08am on September 24rd, 2008

Cihat Bey, hayır yanlış hatırlamıyorsun, evet benim doğumgünümden hemen sonraydı. Ali Rıza Bey'e bakın arkdş lar nasıl da utangaç çıkmış :))))))) Ne kadar da güzel günlerdi hakikaten :(((((

Ali Riza Wrote:
at 6:12am on September 24rd, 2008

Hiçte bile cnm, hiçte utangaç çıkmamışım. :)))))) Sen kendine bak önce Sami Bey, kendine :))))). Baban izin vermiyor da sakal bırakmıyorum diye nasıl da kıskanırdın bizi :)))) Hepinizi çok özledim. :(((((

Hurşit Tolon ve O harfinin ihtişamı

Sağlık sorunları nedeniyle, cezaevinden hastaneye götürülen Hurşit Tolon bir kez daha getirdi aklıma "O" harfinin ihtişamını. Sesli harfler arasında kalın olması bir yana aynı zamanda da kalantör kodaman bir harf bu. Eğer bundan soyadında iki tane varsa sırf bu yüzden bile orgeneralliği hakedersin, karşı çıkan ol(a)maz.

Yani şimdi paşayı hiç tanımayan ve Türkçe bile bilmeyen biriyle kakara kukara yaparaken bir anda "Hurşit Tolon is coming..." dedin mi, o kişide anında bir ciddiyet olur. "O" harfinin kattığı direkt bir etki var olayda. Ve fakat şimdi ve örneğin o soyadı "Tolon" yerine "Tilin" olsa kimse ciddiye bile almaz; bir askerin taşıması gereken en üstün özelliklere sahip ol, yüzbaşılıktan daha yukarısı yalan olur sana.

"o" idi, "i" idi sonuçta sesli harf diye geçmemek lazım. Önemli ve büyük farklar ortaya çıkıyor sonuçta. "Innocent when you dream" şarkısını Tom Waits'in söylemesi "O" harfi, Burhan Çaçan'ın söylemesi "İ" harfi olsun ve böylelikle fark çok daha iyi anlaşılsın.

Yeter Hayriye tamam!

Ahlaklı erdemli olmak, doğru bildiğin yoldan şaşmamak, bu yollarda çekilen bütün acılara göğüs vermek falan Yaprak Dökümü'nün biz seyircilere aşıladığı, kah ağlatıp kah gülerken düşündürdüğü çok faydalı şeyler de, asıl bu dizinin insanlığa en büyük hediyesi ve faydası Ali Rıza Amca tarafından sıklıkla söylenen "Yeter Hayriye tamam!" sözüdür.
Ne zaman yolunda gitmeyen ya da çok yolunda giden bir şey olsa, bu Hayriye Hanım abartılı bir sevinçle ya da üzünçle, böyle ahlıvahlı, amanmamanlı konuşmaya başlıyor. İşte tam o sırada Ali Rıza Bey, ağır ağır doğruluyor yerinden, adamın yüzünde sözcüklerle tarif edilemeyecek bir ifade, tane tane "Yeter Hayriye tamam!" diyor ve o anda ortama bir iki saniyelik bir sessizlik çöküyor.
İşte o iki saniyede öyle bir huzur var ki dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir dininde yok böyle bir huzur. On gündür falan ne zaman çıldıracak gibi olsam içimden tane tane "Yeter Hayriye tamam!" diyorum, saniyesinde bitiyor bütün dertler, sıkıntılar yeminlen. Tavsiye ediyorum herkese.

23.9.08

Kolera - Özcan Deniz - Zülfü Livaneli

"Bir "kan çiçekleri" vardı, "dıdıdıdıdıdı dı, dı dı dı dıııı" diye başlardı!" diye düştü aklıma ansızın, düşmez olaydı. Bulup da dinleyeyim(seyredeyim) dedim de nelerle nelerle karşılaştım.

Sanat yaşamına sivrisinek vızıltısına benzer bir sesle, "hadi hadi meleğim, uç da göreyim!" diyerek başlamış ve olayı senaryo yazarlığı yönetmenliğe kadar götürmüş bir Özcan Deniz, özgün müziğin unutulmaz şarkıcısı, günümüzün köşe yazarı dünyanın en duygusal insanı bir Zülfü Livaneli ve kendi halinde rap yapmaya çalışan genç Kolera bir araya gelirse ortaya acayip bir sohbetin çıkacağını tahmin ederdim de, bu kadarını tahmin etmezdim. Yani, ne kadar kafa yapıcı madde varsa hepsini alıp da elinde kağıt kalem otursan şu diyalogu yazamazsın, öyle acayip, öyle bambaşka.

Kolera, Zülfü Livaneli'nin Kan Çiçekleri şarkısını rap şeklinde yorumlamakta, Özcan Deniz de "bu şehrin üstünü duman sis almış!" kısmında kendisine eşlik etmekte, Zülfü Livaneli'de bir köşede bu yorumu tempo tutarak seyretmektedir. Şarkı biter, Özcan Deniz alkışlar eşliğinde bir "helal olsun!" çeker ve olaylar gelişir.

özcan deniz: nasıl buldunuz hocam?

zülfü livaneli: valla çok ilginç buldum.

özcan deniz: ilginç buldunuz demek... huehuehue...

kolera: ben de sevdiğinize mutlu oldum.

özcan deniz: peki kolera, zülfü livaneli rap söylüyor olsaydı, ona nasıl bir isim yakıştırırdınız?

kolera: ben zülfü abi'ye bir şey bulamadım da, size buldum.

özcan deniz: ne?

kolera: mc diyafram.

özcan deniz: ehuehuehuuhe

zülfü livaneli: hahahahhaha

kolera: hueuheuhe çünkü burda tutuyo mikrofonu, bööle gayet uzaktan.

zülfü livaneli: mc diyafram ne demek?

kolera: yani "mc", rap yapanlara verilen bir ön isim gibi bişi.

özcan deniz: iyi midir?

kolera: yani evet, mastır of seremoni demek. seremoni ustası demek.

zülfü livaneli: galiba müzik cumhuriyetinin kısaltılmışı. hahah...

özcan deniz: heuheuehuue...

kolera: hueehe o da olur...

özcan deniz: peki, çok teşekkür ediyoruz, reklamlardan sonra deva....

zülfü livaneli: bi saniye... bişi sorucam ben... bu elleri bööle bööle yapıyolar, sen yapmıyosun, o rapçiler yapıyor.

kolera: şööle şööle mi ?

zülfü livaneli: hah şööle şööle...

kolera: ya elleri bööle yapmadan da oluyo aslında, zincir takmadan da oluyo, bol pantolon giymeden de oluyo.

zülfü livaneli: oluyo mu? valla bravo. harikaydın. çok güzel söyledin.

özcan deniz: ben kolera'nın albümünü dinledim. orda "yoo!..." "yoo..."'da yok.

zülfü livaneli: "yooo" da yok di mi?

özcan deniz: yo yo yo! yok!

zülfü livaneli:bravo.

kolera: ya "yoo yoo"' lu şarkılar da var da, öyle olması pek gerekmiyor. biz biraz türkçe'ye yoğuruyoruz.

zülfü livaneli: bravo.

özcan deniz: peki reklamlardan sonra burdayız.

13.9.08

Ağırlık

Köpek ulumalarıyla kuşatılmış ezanın bitmesini bekledim. Gözlerim sımsıkı kapalı. Ne zaman uyanmıştım; daha doğrusu uyuyabilmiş miydim? Belki, belki de ölmüştüm. Haftalardır, günlerdir, bedenimin içini dışını kaplayan o ağırlık yoktu. Denize fırlatsalar, en az iki kere sekerdim; öyle hafif, öyle dümdüz, öyle ince. Gerçekten de ölmüş olmalıydım, yoksa bu hafiflik?..

Ağır ağır açtım gözlerimi. Tavandaki sinekler yerlerindeydiler. Ezan sesi bitmiş, bıkkın bir köpeğin havlamaları duyuluyordu. Canı neye sıkkındı kimbilir? Sağ elimi, kulaklarıma, burnuma götürdüm. Yerlerindeydiler. Sol yanığımı kaşıdım, sakalım öylesine kaşıdı avcumu. Ölmemiştim. Ölmemiştim, yaşıyordum da, bu hafıflik de neyin nesiydı? Aynaya bakmak için dayanılmaz bir istek duydum; susuzluk gibiydi. Fırladım yataktan, bir hamlede. Olamazdı böyle bir hafiflik, uçuyor muydum yoksa? Alacakaranlıktı henüz odam, şişeyi göremedim, tökezledim. Küfürler edecek oldum, vazgeçtim.

Yerli yerindeydi herşey. Kaşlarım, gözlerim, kirpiklerim, kirpiklerim, burnum, kulaklarım... Şu ağırlık denilen nalet olmayınca ne de çabuk yükselebiliyordu insan. Yükseldim parmak uçlarımda, baktım; göğüs kıllarım, meme uçlarım, göbek deliğim de yerlerindeydiler. İnişe geçtim. Dağınık saçlarım, pis sakallarım... “Bu ne hal yahu!.. Dağıtmışsın iyce, biraz çeki düzen ver kendine!..” demişti. Odasına çağırmıştı önce. Başkalarının yanında söylemeyecek kadar düşünceli olmasında bir avuntu bulmuştum. Bir ağırlık vardı o zaman içimde dışımda, kaldırıp da atamıyordum bir türlü. Yoktu şimdi o ağırlık. Yoktu da neredeydi? Aynadaki bene kaygısızca el salladım; anında karşılık verdi. Uzansa mıydım traş bıçağına, yok yok berbere gitmeliydim. Fakat dişlerimden başlamalıydım önce. Macunun unutulmaya yüz tutmuş ferahlığı daha da bir hafifletti beni. Alışmadığım bir hafiflikti. Bir ülkeyi yönetebilir, bir yerlerde dünya şampiyonu falan olabilirdim. Üçüncü kez fırça ağzımdaydı, diş etlerim kanıyordu, birden hatırladım. Çökmeyecekti, çökemeyecekti o ağırlık bir daha . Tam tahmin ettiğim gibi olmuştu herşey. Telefona koştum.

Bugünü, Pazar gününü seçmişti demek ölmek için. Tam da tahmin ettiğim gibi. Bir Pazar sabahı, ezan okunurken önce telsizini kapatacak. Annesinin çantasindan aldığı uyku ilaçları ile dolu şişenin kapağını açacak, şişeyi kafasına dikecek. Pazartesi sabahı şirkete gelenler, onun öldüğünü anlayamayacaklar. Başını, masanın üzerinde kavuşturduğu kollarının üzerine koymuş, uyuyor sanacaklar. Ben de aralarında olacağım, bir kuş gibi hafif. Müdür bey kızgınlıkla bağıracak. “Biz bunlara burda uyusunlar diye mi para ödüyoruz?” Bir kaç şirket çalışanı Müdür Bey’i destekleyecek. Ben de aralarında olacağım, buruşturulmamış bir kağıt gibi dümdüz. Sonra ve sonra gerçeği görünce ne kadar da şaşıracaklar. Suratlar asılacak, sigaralar yakılacak, dedikodular yorumlar başlayacak. Hiç de haberim yokmuş gibi davranacağım. Bilmezmişim gibi, farkında değilmişim gibi. Onlar gibi yapacağım. Bugünü seçmişti demek. Üzülüyor muydum yoksa onun için? Böyle olması gerekiyor muydu?


Ezberimdeydi numara, bir parçasıydım bütün çalışanlar gibi. Çalmaya başladı telefon. Dıııt ve dıııt ve dıııt. Oturuyordu koltukta; başı masada kavuşturduğu kollarının üzerinde. Ölü. İlaç şişesi sağ dirseğinin yanında, bomboş. Birden “Alo, buyrun güvenlık!” dedi bir ses. İrkildim. Hızla kapattım telefonu. Yaşıyor muydu hala? Elimi gözlerime, burnuma, kulaklarıma götürdüm, yerlerindeydiler. Yerlerindeydiler de nasıl bir işti bu? Bir ağırlık, o ağırlık çökecek gibi oldu, çökmedi. Rahatladım bir anda. Biliyordum geceyarısından sonra öldürecekti kendini. Canım, bir gün öncesi ya da sonrası ne farkederdi sanki?

Sesini bir daha, daha iyi duymak istedim. Ölümüne karar vermiş biri nasıl konuşurdu ki? Kaygısız mı, ürkek mi? Ses tonu değişir miydi?

Dıııt ve dııt ve dıııt. “Alo buyrun güvenlik!” Bir değişiklik yoktu bir öncekiyle. Konuşmak istedim onunla. Çıkaramazdı, biliyordum, gene de değiştirdim sesimin tonunu. Bir müdür gibi konuşmaya çalıştım. Sürekli servise gittiğim bir firmanın adını verdim. Müdür olduğumu söyledim. Sistemler çalışmıyordu ve çok çok önemliydi. Biliyordum ve Pazar günü üstelik bu saatte aramıştım ama belki de yardımcı olacak biri vardı şirkette. Acabaydı. Pek sanmıyordu ama gene de bir bakacaktı katlara. Bekleyebilir miydim? Hemen dönerdi.

Kimse olmazdı sabahın köründe şirkette. Olsa olsa ben olurdum. Sabahlara kadar çalışırdım bir zamanlar, neden çalıştığımı bilmeden. Ağırlığın yeni yeni çökmeye başladığı zamanlar. Kolanın içine kahve katardım da nasıl da köpürürdü? Her saat başı katları dolaşır, telsizi ile amirlerine bilgi verirdi. Benim çalıştığım kata gelince durur, uykusuzluktan morarmış gözaltlarıma bakar: “Müdür olacak adamsın sen!” derdi. Gülümserdik birbirimize. Bilmezdim her gülümsemenin üzerimde ufak ufak biriken ağırlıklar olduğunu. İlk kez ne zaman duymuştum o ağırlığı? Midem açlıktan sancırken, bana ikram ettiği peynir ekmeği yerken mi, yoksa bana anlattığı...

“Müdür Bey! Kusura bakmayın beklettim” dedi ses. Kendime geldim. Sanki neden değişmiyordu ki ses tonu? “Şu anda kimse yok şirkette, gün içinde gelen olursa sorununuzu iletirim, olmazsa artık Pazartesi sabahına...” Teşekkür edip, kapadım telefonu. Neden ses tonu değişmiyordu? Saatime baktım, berberin açılmasına saatler vardı. Sağda solda, orada burada şişeler, teneke kutular çarptı gözüme. Toplamaya başladım. Değişik bir istekti, evi tertemiz yapmak. Daha çamaşırlar vardı.

Posta kutularının altında kapıcının çocuğu burnunu karıştırıyordu. Ayakları çıplak, tırnakları kir içinde. Başını okşadım, bana baktı ve gülümsedi. Gözleri, burnu, kulakları yerlerindeydi. Uzun zamandır dokunmadığım posta kutusunu açtım. Sular idaresindendi. Beş günlük süre vermişlerdi. Yoksa keseceklerdi. Faturayı özenle katladım, cebime koydum. Neden beklemiştim ki sanki şu güne kadar? Bir ağırlık vardı içimde dışımda, kaldırıp da atamıyordum bir türlü. Ödeyecektim. İdareye gidecek, sıraya girecek, bekleyecek, bekleyecek, bekleyecektim. Sırayı bozan olursa kavga edecek, güzel kadın varsa bakacaktım. Tüy gibi, böylesi hafiflik olmazdı. Kapıcının çocuğu elindeki sümüğü yerken dışarı çıktım. Bir sıcaklık yaladı yüzümü, hemen güneş gözlüğü almaya karar verdim. Yapılacak işler nasıl da çabuk birikiyordu. İki oğlan çocuğu dar sokakta paslaşıyolardı. Irice olanı abandı, top yokuş aşağıya yuvarlandı. Topun sahibi diğer zayıf çocuk olmalıydı., yoksa sövmezdi ana avrat diğerine. Bayır yukarı yürümeye başladım. Önlerinde gezinip gezinip de bir türlü giremediğim iki lüks berberden birine gidecektim.

“Bir yarım saat sürer...” demişti, çok önemli bir iş yapıyormuşçasına uzun uzun saatine bakarak. “İster oturun bekleyin ya da bir işiniz varsa halledin.” Bekliyordum. Soğuk birşeyler de söylemişti; içiyordum. Güleryüzlüydü. Sahteydi. Sevdiklerine de böyle mi gülümserdi? Benimle birlikte bekleyenlerin, bana baktıklarını biliyordum. Umrumda da değildi doğrusu. “Herife bak, saçı sakalı birbirine karışmış, bugüne kadar niye uğramamış ki berbere?” Başımı çevirdim, kimsenin bana baktığı yoktu.

Masada duran gazetelerden birine uzandım. “Avrupa’ya demokrasi dersi verdik!” Manşetin altında bir fotoğraf, bir adam, sağ elinin işaret parmağı havada, Avrupa’yı gösteriyor olmalıydı. Yüzündeki damarlar belirgin, kızgın. Daha altlarda daha küçük bir manşet. “Avrupa’nın oyuncağı olduk!” Bir öncekine benzer bir fotoğraf, bir öncekine benzer bir adam. Öfkeli. Ağızları, burunları, kulakları yerlerindeydi. İnsanları sevemedikleri için, onları yönetmeye çalışıyorlardı. Acaba yarın onu da yazacaklar mıydı? Belki üçüncü sayfada, belki küçük bir haber. “Güvenlik görevlisi, görevi başındayken bir şişe uyku ilacını içerek intihar etti.” Hiçbir sorunu olmayacaktı. Öyle diyeceklerdi tanıdıkları, arkadaşları. Bunu neden yaptıklarını bir türlü ama bir türlü anlayamayacaklardı. Gerçi hem genelde hem de son günlerde biraz sessizdi ama hiç de akılllarına gelmeyecekti. Karınca incitemeyecek insanlar cinayetler işliyorlar, hiçbir sorunu olmayanlar kendilerini öldürüyorlardi. Nasıl bir işti bu, anlayamıyorlardı. Bilmiyorlardı. Ben biliyordum. Ağırlıktı, ağırlık. Bir ağırlık çöküyordu insanın içine dışına, kaldırıp da atamıyordu bir türlü. Bir ağırlık çökecek gibi oldu, “Canım şimdi sırası mı?” dedim kendime kendime. Kurtulmuştum. Su faturası vardı, güneş gözlüğü vardı, çamaşırlar vardı. “Şöyle buyrun!” dedi sahte gülümseme, gazeteyi bıraktım, gösterdiği koltuğa doğru yürüdüm.


Gözlerimi açtım. Lavabonun deliklerinde kaybolan kirli suya baktım. Saçlarımı ikinci kez yıkıyordu. Şampuanın kokusunu içime çektim. Şirkettekiler yarın beni gördüklerinde nasıl da şaşıracaklardı. Takılacaklardı. Seviyesiz takılmalar. Hep birlikte gülecektik. Onu ise göremeyecektim. Sabahları şirketin bulunduğu sokağın başında karşılaşırdık. O bir iş gününü bitirmenin, bense başlamının yorgunluğunda. Bir başlayıp bir biten günler dinlenilmekten korkulan büyük bir yorgunluk muydu? Epey dalgın olurdu da beni görsün diye üstüne üstüne yürürdüm. Beni görünce gülümseyeceğini, o tebessümün ağırlığıma ağırlık katacağını bilirdim de aldırmazdım. Çarpışacak kadar birbirimize yaklaştığımızda “Günaydın!” derdim. Şaşırır, irkilir, beni görünce gülümserdi. “Müdür olacak adamsın sen!” derdi. Gülümserdim.

“Ne iş yapıyorsunuz?” Aynadaki sahte gülüşe baktım. Gülüşünün seviyesini vereceğim cevaba göre ayarlamaya çalışıyor gibiydi. Saçlarımı kuruluyordu. “Müdürüm, özel bir şirkette...” dedim. Gülümseyişi değişmiş miydi, yoksa bana mı öyle gelmişti. Saçı sakalı birbirine karışmış, burun kılları uzamış bir müdür olamazmış gibi gülümsüyordu şimdi. En azından sahte değildi. Makası saçlarıma daldırdı. Sakal traşı da olacaktım. Telefonla masamı aramış, odasına çağırmıştı. Gittiğimde kapıyı kapatmamı söylemişti. Dik dik bakıyordu yüzüme, saçlarıma, sakalıma. “Bu ne hal yahu! İyce dağıtmışsın, biraz çeki düzen ver kendine!” Bir uyarı mıydı, yoksa dostça bir sesleniş mi? Suç işlemiş afacan bir çocuk gibi utanmış, belli belirsiz olur anlamında sallamıştım başımı.

Sakal traşını da bitirmek üzereydi. Burun kıllarımı bana sormadan kesmişti bile. Eve gidince üç dört kez daha dişlerimi fırçaladım mı tamamdı işte herşey. Yok değildi. Çamaşırlar vardı, onları ütülemek vardı. Çok iş vardı yani. İçimde bitmeyecek bir sabırsızlık büyüyordu. “Sıhhatlar olsun!” dedi. Müdür olabilecek biriymişim gibi bakıyordu. Onunkine benzetmeye çalışarak bir gülümseyiş takınıp kartını istedım. Yeni bir müşteri –üstelik de müdür- kazanmış olmanın sevinciyle ellerini ceplerine götürdü. Herşey ne kadar da kolay olmuştu.

Çırakla birlikte bakkal da şaşkındı. Çırak elindeki dört kutu birayı torbaya koyarken “Yok yok dedim, bu günlük şarap alıcam. Kalitelisinden bir kırmızı varsa iyi olur!” Bakkal hala beni inceliyordu. Yarın hele daha da eğlenceli olacaktı. Çırak, bakkalın espri yapacağını anlamış, şimdiden gülmeye hazırlanıyordu. Bakkal, “Yakışıklı olmuşssun lan, anlayalım çapkınlık mı var akşama, kırmızı şarap falan...” dedi. En çok çırak olmak üzere, hep birlikte güldük. Cevap vermeden gülmem, sorusunu onaylamam anlamına geliyordu. Para üstünü verirken, başıyla karşı apartmanı işaret etti. “Şuraya bayan oğrenciler taşınmış!” Başı şimdi de çırağı gösteriyordu. “Bizimki görmüş.” Çırak gururla başını sallayarak onayı verdi. “Hani böyle hazır traş falan olmuşken, haberin olsun diye söylüyorum.” Hep birlikte tekrar güldük. Eyvallahlaştıktan sonra çıktım dükkandan. Bakkal, ilk kez, benle böyle konuşmuştu. Bir kez daha “Yarın çok eğlenceli olacak...” dedim içimden.

Mantarı şişenin içine kaçırmam dışında herşey yolunda gitmişti. Haftalardır bokun bile götürmeye gelmediği ev tertemizdi. Yarın için giyecekleri ütülemiş, hazırlamıştım. Hava kararmaya başlamıştı. Korkmasamdı da telefon edip bir sesini duysam idi. Şişe yarılanmıştı. Kurtuluşa içiyordum. En kalitelinden kırmızı şarap. Hem onun hem benim kurtuluşuma. Bir kadeh daha içsem telefon edecek o cesaret gelir miydi? Bu kadar hafifliğe, çekingenlik, şaşılacak şeydi doğrusu. Canım o kadar da olsundu. Kadehi bir dikişte bitirdim. Telefona uzandım.

“Alo” dedi ses ve sustu.
“Alo” dedim ve sustum.

Bir sevinç kapladı içimi. Kim olduğunu unutmuştu. Demek ki bu geceydi. Bir süre sonra: “Güvenlik... Buyrun” dedi.
Kaygısızdı telefonun diğer ucundaki ses. Hadi birazcık da sıkıntılıydı diyelim. Sesimi değiştirip, daha önce aradığımı söyledim. Neden cevap vermiyordu? Dinliyor muydu? Sistemler hala çalışmıyordu. Birileri uğramış mıydı? Kelimeleri toparlıyamıyordu sanki. Hatırlamıştı hatırlamasına da, yok yoktu. Kimseler uğramamıştı. Artık yarınaydı. Neden cevap vermişti ki telefona sanki. Sorumluluk ölümün kenarında bile insanın yakasını bırakmıyordu. Çocukca bir muzurluk kapladı içimi.

“Sağolun herşey için!” dedim.
Durdu bir süre. Ne diyeceğini bilmez gibi miydi?
“Siz sağolun Müdür Bey...” dedi.

Kalan şarabı kadehe boşaltmadan diktim. Hiç uyumadığım kadar rahat bir uyku uyuyacaktım. Bayağı bir erken saate çalar saati kurdum. Şirkete gitmeden önce son bir kez daha aramak istiyordum. Nasıl olsa açmayacaktı da neden aramak istiyordum? Banyoya gittim. İşedim. Elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçaladım. Aynadaki bene gülümsedim. Odama geçtim. Tertemizdi. Soyundum. Yatağa girdim. Yeni yıkanmış nevresimin kokusunu çektim. Ben, herşey çok hafifti. Belki uyku birazcık ağır.

Sabahtı. Ezandı. İt ulumalarıydı.
Dııııt ve dıııt ve dıııt’tı.

“Şeyini sallasan müdüre çarpıyor kodumun yerinde. Sonra tabi zam yok pirim yok para yok. Verirsen bütün paraları müdürlere, elin zıpırlarına, olmaz tabi. Hafız sen biliyorsun kaç yıldır çalışıyorum ben burda? On yıldan fazla. Allah canımı alsın bu şirkette sevkiyat bu kadar hızlıysa hiçbir sorun çıkmıyorsa bu benim sayemdedir. Bu kadar emek verdim de ne karşılık gördüm? Neymiş, sigortalıymışım güvencem varmış daha ne istermişim? Kim mi dedi bunu bana? Müdürlerin baş yalakası şöför bunu bana söyleyen. Ulan hayatımda hastalanmış bir insan evladı değilim ki, sigortayı ne yapayım güvenceyi ne yapayım. Para lazım bana para. Yok hafız yok olmayacak bu böyle. Bir de bu güvenlik görevlisini çıkardılar başımıza! Ulan savaşta mıyız güvenliğe ne gerek var? Elin herifçioğlu oturacak sabah aksam birşey yapmadan, klima çalışıyor püfür püfür, neymiş güvenlikmiş! Ermez hafız ermez, akıl sır ermez bu tepedekilerin işlerine....”

Ve dııııt ve dııııt ve dııııt’tı.

“ Sen doğuya sevkiyata gitmiştin abicim o zaman. Biz işte oturuyoruz çay içiyoruz. Çaycı geldi dedi ki, akşam mesai sonrası toplantı var. Herkes katılacakmış. Herkes dediğin bizde mi diye sorduk. Herkes herkes, biz de dedi. Daha önceden görülmüş şey değil. Biz ve toplantı. Aldı hepimizi bir korku. Ulan yoksa postalayacaklar mı? O değil akşama maçta var. Aklımıza hemen şöför geldi. Neler döndüğünü bilse bilse bir o bilir. Stajyeri gönderdik bulsun şöförü diye. On dakka sonra geldiler. Şöförü görsen herifte bir kasıntı, sanki müdür. Korkmayın korkmayın dedi. Köklü değişikler olacak, daha iyi, ileriye yönelik.
Neyse abicim, akşam oldu toplantı odasındayız. Alışık değiliz ki böyle işlere, koyun gibi bekleşiyoruz. Poğaçalar, çaylar masada alsak mı almasak mı bilmiyoruz. Bu şöförü görsen nasıl da yılışıyor müşteri temsilcisi karılara. Derken müdür girdi içeri, yanında daha önceden görmediğimiz bir zırtapoz. Şöför ayağa fırladı hemen, bize de kalkın kalkın der gibi el sallıyor. Ayağa kalktık, gerek yok dedi müdür, oturduk. Hep bu şöför pezevenginin işleri. O adam mı kim? Hangi adam abicim, haa zırtapoz mu, anlatıcam abicim anlatıcam. Uzun yıllar yurtdışında kalmış bir herifmiş. Birşeyler söylüyor ama allah belamı versin ki sivrisinek vızıldıyor sanarsın. Dünya değişiyormuş, bilişim milişim bişiler anlatıyor. Gözüm bir yandan da saatte, o değil akşama maç da var. Vizyon dedi, misyon dedi. Bizler de bu şirketin bir parçasıymışız. Şöför Bey’den Müdür Bey’e kadar herkes bir parçasıymış. Bizim şöföre bey deyince basacaktım kahkayı da zor tuttum kendimi. Neyse önce vizyonu, sonra da misyonu okudu. Şöför hemen alkışlamaya başladı, bu sefer gelmedik gazına da yırtık dondan çıkar gibi kaldı herif. Adam anlattıkça anlattı. Madde madde yapılacak değişikleri söyledi. Aklım maçta, ne derse kafa salladım. Neyse iki gün sonra bir geldik, kapıda seninki. Önce polis sandık, meğerse güvenlik görevlisiymiş. Şöförü görsen nasıl sevinçli, meğer müdüre o söylemiş böyle birilerini almak gerektiğini, her yerde varmıs artık bunlardan...“

Ve dıııt ve dıııt ve dııııt’tı.

“İçerim bacım bir çay daha içerim. Sağolasın. Yalnız öyle her anlattığıma gülerek kalbimi kırıyorsun. Böyle yapacaksan konuşmam, hem neden uydurayım ki? Uydurmam için bir neden mi var? Geçen akşam işte, Müdür Bey’i evine bırakıyorum. Yahu dedi içini çekerek. Senin bildiğin salaş meyhaneler vardır, bir gidip de içelim, şöyle arnavut ciğerli, pilakili bir masa gözümde tütüyor. Ayıp ediyorsun ama bacım. Tamam anlatmıyorum. Yok yok anlatırsam şerefsizim.

O değil de, asıl şu güvenlik görevlisini hiç gözüm tutmadı. Kospoton gibi herif. Ne konuşuyor, ne gülüyor. Esrarkeş hapçı olmasın. Bacım, diğerlerine de söyledim, öyle paralarınızı kıymetli eşyalarınızı bırakmayın orda burda. Ben Müdür Bey’e söyledim de dinlemedi beni, bacanak vardı benim, askerliğini yeni bitirmişti, onu alalım dedim. Dinlemedi. Bu herif bir bok yiyecek ama iş işten geçmiş olacak. Aslına bakarsan şu güvenlik olayını da çözemedim ben. Aramızda kalsın bizim Müdür Bey’in kirli işleri var. Çaktın di mi mevzuuyu. Yenilik menilik adına, aslında kendini koruyor. Bak şuraya çiziyorum, yüzüne karşı da söylüyorum, bu herif bir bok yiyecek, sonra demedi deme...”

Ve dıııt ve dıııt’tı.

“Nasıl dayanılır? Nasıl dayanıyorlar? Bilmiyorlar mı? Bilmezlikten mi geliyorlar? Bir bina, binanın içindekiler. Sabahtan akşama kadar. Bazısı soğuk, bazısı sıcak savaşlar. Küçük fırsatlar, büyük fırsatlar. Birbirlerini birbirlerine karşı koruyamayan insanlar. Güvenlik görevlisi. Bina ve içindekiler güven içinde. Güven içinde gün ve gün ve bıkmadan ve usanmadan; birbirlerinin kuyularını kazmalar ve küçük fırsatlar ve büyük fırsatlar ve kurnazlıklar ve yalanlar ve sahtelikler ve aldatmacalar. Çökmez mi insana bir ağırlık? Hani olur da çökerse nasıl kaldırılıp da atılır? Nasıl dayanılır? Nasıl dayanıyorlar? Bilmiyolar mı? Bilmezlikten mi geliyorlar?”


Bilerek geç kalmıştım. Çok değildi, bir onbeş dakika kadardı. Yoktu acelem, nasıl olsa bekliyorlardı. Dönecektim köşeyi, görecektim onları. Yanılmamıştım. Bekliyorlardı. Yedek anahtarlara sahip müdürü bekliyorlardı belki de. Yanlarına doğru yaklaştım. “Günaydın!” dedim. Yanıtladılar. Hepsi bendeki değişikliği farketmişlerdi fakat sırası mıydı şimdi. Daha sonraya idi. Açıkcası bendeki değişiklik de pek önemli değildi hani. Yıllardır ilk kez kapıda kalıyorlardı. Hiç düşünmedikleri, alışık olmadıkları bir değişiklik varken ben de neyin nesi oluyordum?

Neredeyse herkes kapı önündeydi. Depo sorumlusu, sevkiyatçılar, çaycı hallerınden memnundular. Açılamasaydı da şu kapı keşke, sonra evlere pırrr. Şöför caddede müdürünün gelmesini bekliyordu. Bir gece önce kurduğu senaryoları insanlara nasıl anlatacağını düşünüyor olmalıydı. Müşteri temsilcileri, satış uzmanları telaşlıydı. Yetişmeleri gereken toplantılar, aramaları gereken müdürler, çekmeleri gereken fakslar. Canım nerden çıkmıştı ki bu olay şimdi?

Bir sigara yaktım. Dumanı üflemeye kalmadan, müşteri temsilcilerinden birinin bakışlarını yakaladım. Ne yapılırdı ki bu durumda? Hemen kaçırdı gözlerini. Yanına yaklaştım. Bana neler olmuştu böyle?

”Günaydın.” dedim. “Ne oldu? Açmıyor mu kapıyı güvenlik?”

Nasıl oluyordu da bir kadınla bu kadar kolay konuşabiliyordum?

“Günaydın.” dedi ve gülümsedi.
“Sanırım bir yere gitmiş açmıyor kapıyı. Müdür Bey’e haber verdiler, yoldadır.”

Gözlerinin içine içine baktım. Anlamıştı. Belki bu gece...

“Güvenlik görevlisi sakın kendini öldürmüş olmasın?” dedim.
“Yok canım, daha neler!” dedi. Gözleri mi büyümüştü sanki?

“Çok şakacısınız!” dedi sonra. Ben de gülümsedim. Akşam davet etsem? Neden olmasındı? Sabırsızca saatine baktı. Neredeydi müdür bey. Bir müşteriye çok acil faks çekmesi gerekiyordu. Teselli etmek istercesine ona daha da yaklaştım, elimi omzuna koydum. Daha da değişik baktı. Hınzırca. Belki bu akşam? Demek böyle oluyordu bu işler.

Şöför “Müdür Bey geliyor!” diye bağırınca elimi çektim. Askerleri önünde savaş kaybetmiş bir komutan gibiydi müdür. Şöförün ona anlattıklarını dinledi, elindeki anahtarları şöföre verdi.

Kısa sürede doluştuk içeriye. Şöför güvenlik görevlisinin masasına doğru yürüdü. Kollarını masanın üzerinde kavuşturmuş, başını kollarına yaslamış, oturuyordu. Şöför dürttü onu. Bizlere döndü fakat müdürle konuştu. “Bu adam sızmış Müdür Bey! Leş gibi de içki kokuyor!” Yerdeki şarap şişelerini gösterdi. Ben size ne demiştim bakışları vardı gözlerinde. “Bu nasıl iş kardeşim?” diye bağırdı müdür. “İş yeri mi, meyhane mi burası? Hemen evine götürün bu adamı!” Bir hışımla cebinden çıkardığı paraları şöföre uzattı, hışımla odasına doğru yürüdü. Şöförün bir baş işareti ile sevkiyatçı ve depo sorumlusu güvenlik görevlisinin kollarına girmişler onu dışarıya, arabaya doğru götürmeye çalışıyorlardı. Müşteri temsilcileri, satış uzmanları hayatlarında ilk kez bir sarhoş görüyorlarmışçasına bir nefret ve acıma ile onlara bakıyorlardı Katlarına doğru yürürlerken güvenlik görevlisi birşeyler mırıldanmaya başlayınca, durdular. Ne diyeceğini mi merak ediyorlardı ? Vazgeçti diyeceğinden güvenlik görevlisi. Bir yanında depo sorumlusu diğer yanında sevkiyatçı dışarı çıktılar.


Pazartesi sabahı katları teker teker dolaşmak müdürün bir alışkanlığıydı. Her an bulunduğumuz kata gelebileceği için saçımla ve olmayan sakalımla yapılan espriler kısa tutulmaya çalışılıyordu. Çok geçmedi müdür göründü. Bölüm sekreterine ne yapması gerektiğini anlattıktan sonra çevresine baktı ve beni gördü. Dudaklarındaki o tebessüm de neydi öyle?

“O anlayalım. Akşama çapkınlık mı var!” dedi. Espriyi müdür yaptığı için hepimiz biraz da abartarak güldük. “Güzel olmuş. İşte hep böyle!” diye ekledi. Utanmış gibi yaparak, başımı öne eğdim. Teşekkür ettim. Bilgisayarın açma düğmesine doğru uzandım.



Charles iş başında - 2



-Charleeeees, Charlesssss nerdesin gene, allah cezanı vermesin emi, gel çabuk buraya!

-Burdayım Cemile abla, reçel kaynatıyodum mutfakta.

-Bu çocuk gene altına sıçmış, kaç kere dedim sana ilgilen diye!

-Daha on dakka önce kakaya oturttuydum Cemile abla, yeminlen on dakka önce. Midesi bozuldu heralde sabinin, bişi mi dokundu acaba?

-Bana doğruyu söyle Charles, söz kızmıcam doğruyu söylersen, dün parka gittiğinizde dışardan bişi aldın mı sen buna?

-Lahmacun aldıydım abla, çok ısrar ettiydi, el kadar sabi dayanamadım!

-Sana kaç kere dedim ben dışardan bişi alınmayacak diye. İnadına mı yapıyorsun Charles?

-Bir daha olmaz abla. Özür dil.... Amanin reçel taşıyor!

-Allah belanı versin senin Charles!

Baksır



Elbette bütün köpekler güzeldir. Ama köpekler dünyasında baksırın yeri bambaşkadır. Köpek dilinde "baksır", uzun uzun çekilen hasretler sonrası kavuşmayı simgeler ve derler ki "bir baksır, bir kadın ve bir erkeği uzun uzun kokladığı zaman o kadın ve o erkek sonsuza dek mutluluk içinde yaşarlar."

Eğer ciddi ciddi konuşmam gerekirse, bir adet baksıra sahip olan biri olarak bunların gerçekten de çok iyi köpekler olduklarını söyleyebilirim. Karşıdan burnundan soluya soluya bir baksırın geldiğini görüp yürüdükleri kaldırımı değiştiren insanlar, bu çirkin ve korkutucu görünüşün altında aslında altın gibi bir kalp yattığını bilselerdi eğer, bu yaptıklarından çok utanırlardı. Hakkaten de çok uysal bir köpek türüdür bu. Kedilerle, diğer köpeklerle, her türlü hayvanla çok iyi geçinip, bu hayvanlardan gerektiği zaman yardımını esirgemez. Dört yıldır yaşıyoruz bununla, daha tek bir hayvana, başka bir köpeğe terbiyesizliği olmadı.

Asil ve hüzünlü bir köpek türüdür baksır. Duruşu, bakışları insanı bir tuhaf eder. Kızamazsın edemezsin buna. "Ben ne acılar çektim de bu duruşu, bu bakışı, bu olgunluğu kazandım, senin azarların, küfürlerin mi beni üzecek, hadi ordan!" şeklinde bakan bir canlı vardır karşında ve o anda çaresiz kalırsın.

Baksırın tek sorunu, çok hassas bir nefes alıp verme sistemine ve burna sahip olmasından ötürü horlamasıdır. Bir büyüğü tek başına bitirip sızmış insanlar gibi yeri göğü inletirler. Sırf bu hassaslıklarından dolayı çok koşturulup yorulmamaları, sıcak ortamlara sokulmamaları gerekir. Gene de büyükbaş köpekler arasında labrador ile birlikte en uysal, oyuncu, çocukla çocuk, büyükle büyük olabilen, saldırgan olmayan bir köpektir.

İşte bu da bizimki dostlar. Ne kadar büyümüş değil mi? Eeee zaman böyle çabucak geçiyor işte, köpekler büyüdükçe bizler küçülüyoruz. Göster olm amcalara teyzelere pipini ne kadar büyüdüğünü onlar da görsün. Haha utandı keranacı. Utanma olm, utanma Sherman. Evet evet adı Sherman, anlamını biz de bilmiyoruz. Barınakta adını Sherman koymuşlar, biz de değiştirmedik. Barınak gönüllüleri üç kez okumuşlar adını kulağına ezan eşliğinde sakın değiştirmeyin dediler. Biz de korktuk değiştirmedik.


Bakın bakın gösteriyor pipisini, aferin benim akıllı olm. Şimdi bi de dün öğrendiğimiz şarkıyı söyle teyzelere. Hangisi mi? "Tren gelir hoş gelir ley ley lümülümüley....". Hadi olm hadi. " Odaları boş gelir...."


12.9.08

Kenan Evren'in anıları

O kadar rahat ki adam sanki yirmi sekiz yıl önce gitmiş olduğu tatilde yaptığı çapkınlıkları anlatıyor. Astığı kestiği o kadar insan için "Abi Antalya'dayım, her yer kaynıyor, bir ona bir ona, ver allahım ver!" muhabbeti yapan bir adama, yaptıklarına ettiklerine ne desen boş. Bambaşka bir şey.

11.9.08

Yaşam Koçu Sadık - Zafere giden yolda çekilen çile kutsaldır.

Yaşam koçluğu görüşmelerinde(seanslarında) karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri, müşterilerimizin, belirlenen hedeflere ulaşmak için atılan adımlarda gösterdikleri sabırsızlık. İlk haftalarda büyük bir hevesle atılan bu adımların, haftalar geçtikçe Osmanlı adımlarına dönüşmesini, belirlenen hedeflerin imkansızlığına değil, ülkemizde yaşam koçluğunun yeterince tanınmamasına bağlıyorum. Bu noktada izninizle yaşanmış bir olaydan bahsetmek istiyorum. En değerli müşterilerimden biri olan Kafein aka. demme, yaşadıklarımızı sizlerle paylaşmam konusunda bana izin verdiği için, lütfen aklınıza müşterilerinin özel hayatını sağa sola döken bir yaşam koçu olduğum gelmesin.

Demme, geçen hafta yedinci seansa oldukça gergin ve üzgün geldiği zaman hiç şaşırmadım. Hiçbir şey söylemeden bana sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda aldığım cevaba da şaşırmadım çünkü cevabının ne olacağını çok iyi biliyordum. Çevrenin ve mahalllenin üzerinde yarattığı baskıya daha fazla dayanamadığını ve bu yüzden yaşam koçu desteğini bırakmak istediğini söyledi. Benim verdiğim desteğin, belirlediğimiz hedeflerin muhteşemliğinden, ne kadar da mutlu olup ne kadar da kendiğini iyi hissettiğinden bahsetti. Ama aynı zamanda da esnafın, ailesinin, arkadaşlarının, köpeğinin kendisinden iyicene uzaklaştığını anlattı. Arkadaşlarının "biz senin dostun değil miyiz de ne idiğü belirsiz birinden yardım alıyosun!" sitemlerine, babasının "her şeyimiz tamdı, bi de yaşam koçu ziki çıktı başımıza!" kızgınlığına, esnafın burada ağzıma alamayacağım küfürlerle süslenmiş alaylarına artık katlanamayacağını söylerken göz yaşlarını bir türlü durduramıyordu.

"Pusat demme Pusat!" dedim. Şaşkınlıkla bana bakıyordu. "Sen Pusat'ı seyretmemiştin değil mi?" diye sordum. Seyretmediğini söyledi. İşte bütün sorun bundan kaynaklanıyordu. Demme de Pusat dizisini seyretmemiş milyonlarca insan gibi zafere giden yolda, çekilen çilelerin kutsal olduğunu bilmiyordu. Hiç zaman kaybetmeden dvd'ye Pusat'ı koydum ve birlikte seyretmeye başladık. Tam üç bölüm seyrettik. Her bölümde demme'nin gözlerinin nasıl ışıldadığına şahit oluyordum.

Üçüncü bölüm bittiğinde bütün seti demme'ye verdim ve ondan bir sonraki seansımıza kadar diziyi bitirmesini rica ettim. Geriye kalan bölümlerin hepsini bir gecede bitirebilecek kadar heyecanlı olduğunu söyledi ve giderken neredeyse mutluluktan havalara uçacaktı.

Sözlerime burada son verirken, benim desteğimi almak isteyen herkese bedava Pusat dvd'si verildiğini de belirtir, zafere giden yolda çekilen çilelerin kutsal olduğunun altını bir kez daha çizer, "Pusat youtube'da da var!" diye düşünenlere internetteki Pusat'ın görüntüsünün kalitesizliğini ve seslerdeki kaymayı hatırlatırım. Mutluluk aslında çok yakınızıda ve yaşam koçunuz Sadık bir e-mail uzaklığınızda. Görüşmek üzere.

10.9.08

Bir gülüşüne kurban

Ne Josh Holloway, ne Johnny Depp, ne Richard Gere... Dünyanın en güzel gülen adamı Dadan Karambolo'dur. Kusturica'nın en güzel filminden bir sahne...

Chat olaylarında "eheheehehe" yazan bir insanın o anda nasıl güldüğünü merak etmiştim yıllarca, bu filmle birlikte bulmuştum cevabı.

9.9.08

Festus Okey

Bir yıl önce Beyoğlu Emniyeti'nde ölen(!) Festus Okey'i, yakınları ve arkadaşları ülkesine uğurlarken, vefalı Beyoğlu esnafı da son görevini yapmış Okey'i son yolculuğunda yalnız bırakmamıştı. Türk filmlerinde olsun gerçek hayatta olsun, esnafımızın bu sevecenliği, vefası her zaman mutlu etmiştir beni.

Bu arada olay hakkında ağır cezaya giden bir dava vardı, ne oldu ona?

8.9.08

Mutsuz Öyküler - 1 (Köy kahvaltısı)

Mehmet, bir pazar sabahı, kapatmayı hep unuttuğu o panjurun aralıklarından yüzüne vuran güneş ışığıyla uyandığında, bir an paniğe kapıldıysa da saatine bakarak rahatladı ve tatlı tatlı gerindi. Gerinirken çıkardığı "ıh ıh ıh" seslerine karnının gurultusu eşlik edince, en son dün öğle yemeği yediği aklına geldi ve çok aç olduğunu farketti. "Aysun da benim gibi acıkmıştır, söz vermişti akşam bir şey yemeyeceğine..." diye düşündü ve sabırsızlıkla yataktan kalktı.

Dün sabah, telefonda Aysun'un, "Tamam söz veriyorum, akşam hiçbir şey yemeyeceğim! Ama ne olur söyle yarın sabah nereye gideceğiz, bana ne gibi bir sürpriz hazırladın!" ısrarlarına karşın inatla söylememişti az sonra gidecekleri yeri. Bu bir sürprizdi ve sürprizler şaşırtıcı olmalıydı. Kentin hemen biraz dışına köy kahvaltısı yapmaya götürecekti Aysun'u ve kahvaltının hemen ortasında ona evlenme teklif edecekti. Farklı olmayı seviyordu Mehmet. Kimin aklına gelirdi sevgilisine köy kahvaltısında evlenme teklif etmek? Traş olurken, Aysun'un ne kadar çok şaşıracağını, sonra ne kadar çok sevineceğini hayal etti ve bu fikir için kendine bir kez daha hayranlık duydu.

Giyinmiş, her şeyi bir kez daha kontrol edip iki gün önce aldığı alyansa bakarken köy düğünü yapmaya karar verdi. Birdenbire aklına gelen bu muhteşeme fikre kendisi de şaşırdı. Evlenme teklifi köy kahvaltısında ediliyorsa, düğünde köy düğünü olmalıydı. Kendini köy meydanında damat traşı olurken, atlarla Aysun'u istemeye giderken, akşam onu yatak odasına uğurlayan bir sürü erkek tarafından sırtına güm gün vurulurken hayal etti. Gerçekten de mükemmel bir fikirdi bu; alışılmamış ve hiç görülmemiş. Arkadaşlarının, "Bu bizim Mehmet harbiden manyak, nerden buluyor böyle şeyleri!.." dediğini şimdiden duyar gibiydi. İçini tarif edilemez bir istek kaplamıştı. Masanın üzerinden arabanın anahtarlarını aldı, aynada son bir kez kendine baktı, yeterince iyi göründüğüne karar verdi ve evden dışarı çıktı.

Arabada, Aysun'un evine doğru giderken az sonra yapacakları kahvaltıyı düşündü. Ev yapımı peynirler, bal kaymak, soba üzerinde demlenmiş çay, taşfırından çıkmış sıcacık ekmek, henüz doğadan koparılmış domates biber, çeşit çeşit zeytinler, kümesten yeni çıkmış yumurtalar, zerre katkı maddesi içermeyen sucuk Mehmet'in karnını iyice acıktırmıştı. Gaza biraz daha yüklenirken, "Keşke akşam tost most yeseydim, nerden haberi olacaktı ki Aysun'un?" diye düşündü ve bu düşüncesinden çok utandı. Böyle kötü düşüncelerden uzaklaştırmalıydı kendini, neşeyle mırıldanmaya başladı: "... gel sen benim ol gitsen hüzündür, bir gülüşüne kurban....", Aysun'un gülümseyişi geldi gözünün önüne, kendisinin de gülümsediğini farketti. "... al ben seninim bende hüküm sür koynuma giriver aman...", Aysun'la nasıl sevişecekleri geldi gözünün önüne, sertleştigini farketti. "Keşke evden çıkmadan bir posta gitseydim!" diye düşündü ve bu düşüncesinden çok utandı. Tam o sırada Aysun'un çoktan evinin önüne çıktığını ve ona el salladığını gördü, arabayı evin önüne doğru çekti.

Köy kahvaltısı yapacakları yeri bulmaları çok zor olmadı. Yol boyunca Aysun'un nereyegidiyoruzyasöylesenedelietmeinsanı ısrarlarına sessiz kalmayı başarabilmişti. Doğanın tam ortasındaydılar, huzur böyle bir şey olmalıydı. Tahtadan yapılma masalara doğru yürürlerken, Aysun'a daha önce hiç köy kahvaltısı yapıp yapmadığını sordu. Yapmamıştı elbette! Aysun, köy kahvaltısı yapacaklarını öğrendiğinde sevinçten zıplayıp ellerini çırparak Mehmet'e sarıldı. İşte bunun için çok seviyordu Mehmet'i, çünkü bütün ilklerini onunla gerçekleştiriyordu. Masaya oturdular, yaşlıca bir adam geldi ne istediklerini sordu, köy kahvaltısı istediklerini söyledi Mehmet, adam başını sallayıp gitti.

Aysun ve Mehmet köy kahvaltısını beklerken ellerinin masanın üzerinde birleştimiş, tutkuyla birbirlerine bakıyorlardı. Mehmet evlilik teklifini nasıl yapacağını düşünürken, yaşlı adam masaya yaklaştı, masaya üstünde dumanı tüten kocaman bir çanağı koydu. Çanağın yanına dört beş dilim kuru ekmeği ve iki tahta kaşığı bıraktı, "Afiyet olsun" dedi ve gitti. Aysun ve Mehmet dehşetle bakıyorlardı ortadaki çorbaya. "Şimdi hallederim bebeğim sen hiç merak etme." dedi Mehmet ve yaşlı adama seslendi. Kısa sürede geldi yaşlı adam.


-Buyur yiğenim dedi. Bir sorun mu oldu? Mis gibi tarhanadır, hanım yapmıştır.

-Bir yanlışlık oldu herhalde dedi Mehmet. Biz köy kahvaltısı istemiştik.

-Kahvaltı işte yiğenim. Köyde sabahları biz bunla kahvaltı ederiz.

-Tamam Mehmet uzatma dedi Aysun. Ben bir bardak su alabilir miyim?

-Suyu tee şu karşıdakı kuyudan çekicen bacım içmek istiyosan dedi adam ve uzaklaştı.

Mehmet bütün cesaretini toplayıp Aysun'a bakacak gücü kendinde bulduğunda Aysun'un dudaklarının titrediğini gördü. Birazdan ağlayacaktı. "Bak Aysun açıklayabilirim!" dedi. Aysun, "Hiçbir açıklama istemiyorum, kendimi hiç bu kadar kandırılmış hissetmemiştim!" dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. İçinden bir şeyler kopuyordu Mehmet'in ve ne yapacağını bilemiyordu. Elini Aysun'a doğru uzattı, "Sakın bana dokunma!" diye bağırdı Aysun. "Senin yüzünden dünden beri bir şey yemiyorum, sırf senin için annemlerle bu sabah bruncha gitmekten vazgeçtim, Allah belanı versin!" dedi ve koşarak masadan uzaklaştı.

Donup kalmıştı Mehmet. Hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiyle Aysun'un gözlerinin önünden kayboluşunu seyretti. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? "Dünden beri boğazımıza lokma girmedi, beynimiz durdu, bir şeyler yemeliyim!" düşüncesiyle çorbadan bir kaşık aldı. Ekmeği ısırmasıyla acı içinde bağırması bir oldu. "Dişlerim dişlerim kırıldı! Yardım edin imdat!". Koşarak geldi yaşlı adam. Mehmet bir yandan kan tükürüyor bir yandan da "Dava edeceğim sizi, şimdi avukatımı arıyorum, bunun hesabını vereceksiniz!" diye bağırıyordu. Yaşlı adam, bir yandan"Dur, sakin ol yiğenim, bişeyin yok, iki dişin kırılmış, bizim hep kırılır, şimdi biz dişlerin düştüğü yerlere teke tüyü basarız bir şeyin kalmaz!" derken bir yandan da Mehmet'in kafasını yakalamaya çalışıyordu.

Zorlukla kurtuldu Mehmet yaşlı adamın elinden. Koşmaya başladı. Doğanın tam ortasındaydı, yalnızdı, acı içindeydi ve en kötüsü ne yapacağını hiç bilmiyordu.

devam edecek...

6.9.08

Ali Rıza Bey

Sabırsızlıkla beklenen günlere değdi ve Yaprak Dökümü yeni sezonla biz seyircilerine merhaba dedi. Bütün sezon boyunca hep birlikte Ali Rıza Bey için üzüleceğiz. Çocuklarını doğru yetiştirmeye çalıştırmış, son derece dürüst, çevresine saygılı Ali Rıza Bey'in başına gelenlere üzülmemek elbette elde değil. Fakat Ali Rıza Bey konusunda gözlerden kaçan bir nokta var. Bu nokta hakkında bırakın üzülmeyi, olayı hatırlayan birine bile rastlamadığım için ona da ben üzüleyim izninizle. Çok iyi hatırlıyorum, dizinin başlarında, yani Tekin ailesi İstanbul'a yeni göç etmişken, oğlan askerden dönüp üstüne güzel bir yerde iş de bulmuşken, kısacası aile inanılmaz derecede mutluyken, bu adamcağız bir sabah uyandıktan sonra karısıyla sevişmek istemişti. Kadın da "ay şimdi çocuklar uyanmıştır, tööbe tööbe!" diyerek ve nazlanarak bu isteği geri çevirmişti, çok iyi hatırlıyorum. İşte ondan sonra ne olduysa oldu zaten, yüz bölüm oldu bunlarına başlarına gelmeyen kalmadı. O sabah yaşanamayanlar, mutlaka bu adamın içinde bir ukte olarak kalmıştır, üzülmemek elde değil. Her şey yoluna girecek mi, Ali Rıza Bey bölümlerdir taşıdığı bu ukteyi gerçeğe dönüştürebilecek mi, bunu hep birlikte önümüzdeki bölümlerde göreceğiz.

Edit: Üşenmedim, aradım buldum ilgili sahneyi, bulmaz olaydim. Adamin o bakışları yok mu, bir Pazar keyfimiz vardı, onu da kaçırdı.

Türk televizyon kanalları ve reklamlar

Dün akşam televizyon kanallarını dolaşırken bir şey dikkatimi çekti.
(hep böyle bir kalıp kullanmak, buna benzer bir giriş yapmayı istemişimdir. o yüzden yani. nasıl hissettiriyormuş onu öğrenmek için. yoksa bir şey olduğu yok, televizyon kanal falan olmadı dün akşam.)

David Sumner

Ev sahibi olacak adam, nasıl bir avize ya da abajur koyduysa odaya, aleti açıp da içindeki ampulu değiştirmek mümkün olmuyor günlerdir. Geceler karanlık, her şey karanlık. Ev sahibi üstünde tulum, elinde dril sürekli bir şeyler tamir eden adam olduğu için söylediğim anda büyük bir hevesle gelecek ve benim bir haftadır açamadığım avize ya da abajuru saniyesinde açacak, "herif bir avizeyi ya da abajuru açmaktan aciz" diye düşünecek ve olayı evde "hanım bizim kiracı bir ampulu bile değiştiremiyor, ehueuhhue." şeklinde anlatacak.

Straw Dogs'da Dustin Hoffmann'ın hayat verdiği David Sumner, işte bu tamir işlerinden anlamayan, becereksiz, "ordan kerpeteni getirsene..." dediğinde pense getirip adamı deli eden erkeklerin kahramanıdır. "Adam bir ekmek kızartma makinesini tamir, bir garajı adam edemedi, ama sonunda hayvan gibi herifleri teker teker harcadı" diye teselli bulurlar.

(Şu dakika apartmanı bassa dağ gibi psikopat bir takım adamlar hepsini teker teker harcayacak olan benim, sen değilsin ev sahibi efendi. Mavi tulumu çekip bütün gün taktuktaktuk onu bunu tamir etmek diil işte bütün olay.)

5.9.08

The Life Before Her Eyes

Bir şanssız adam Vadim Perelman. Birbirinden güzel iki film çekti, ikisinden de gereken ilgiyi görmedi. Sovyet topraklarından geldiği için mi böyle oluyor, holivut ortamlarında bir dayısı yok da ondan mı böyle oluyor bilinmez, iyi işler yapmaya çalışan bu adam, umarız ya küsüp de elini ayağını çekmez bu işlerden ya da piyasa işlere kaptırmaz kendini.
Yaşadıkları kasabadan nefret eden, kasabada yaşayan diğer insanlarınkine benzer bir hayat yaşamamak için bir an önce okulu neyi bitirmeye bakıp da çekip gitmek isteyen, kendilerini diğer insanlardan farklı gören ve bir gün mutlaka kendi istedikleri hayatı yaşayacaklarına inanan iki genç kız okulun tuvaletinde muhabbet ederlerken silah sesleri duyarlar. Kısa bir süre sonra elinde makineli tüfek olan Fikirtepe saçlı bir çocuk, içlerinden birisini öldüreceğini ve buna kendilerinin karar vermesi gerektiğini söyler, olaylar gelişir.

Stay, Donnie Darko, Butterfly Effect, Vanilla Sky vb. filmlerdeki olayı incelemiş bu filmin diğerlerinden en büyük farkı, karışık senaryosunu değerlerinden bir insanın, sonunda nasıl yorumlarsa yorumlasın(isterse en iyi tarafından yorumlasın) sonuçta büyük bir umutsuzluk ve boşvermişlikle karşı karşıya kalması. Film boyunca bahsedilen açan çiçek, coşan böcekle çok acı dalga geçilmiş. Belki de bu yüzden ilgi görmedi bu film. Bittiğinde imedebedeki olayı en az yedinoktasekizdir dedim, altınoktayedi çıktı. (bu kadar (u)mutsuz bir filmde altınoktakörler espirisi yapılmaz) Çok büyük yanlışlardaydı da uzun zamandır imdb, ilk defa bu kadar üzdü.

Charles İş Başında

-Hanım, Rıza Bey'lerin köyden akrabaları gelmiş herhalde, biri esmer biri sarı iki delikanlı. Yemekten sonra bir hoşgeldine gidelim.

-Bey, akrabaları değilmiş onlar. Esmeri bakıcı olarak tutmuşlar, sarı da onun en iyi arkadaşıymış.

-Neymiş, neymiş?

-Bey, hani Cemile Hanım fabrikada işe başladı ya, çocuklara baksın diye tutmuşlar işte. Öğrencilermiş. Cemile Hanım, "Çok namuslu, çok dürüst çocuklar." dediydi. Gene de ben bilmem, sen bilirsin.

-Hanım, Rıza Bey'lerin çocuklarının çocukluğu mu kaldı? Kızları evlencek yaşa geldi de, geçiyor.

-Doğru diyorsun bey!

-Hepimizin bir namusu, bu mahallenin bir namusu var!

-Çok haklısın bey!

-Adamın karısını kızını siker bunlar be!

-Kesinlıkle bey!

3.9.08

Banka kredisi mağdurları

Karşınızda bir şekilde bir bankadan kredi almayı başarabilmiş bir aile. Bankaların kredi olayında reklamlarını yaparlarken kullandıkları binlerce fotoğraftan bir tanesi. İhtiyaç, ev, taşıt, tatil artık banka ne verdiyse almışlar krediyi ve bu yüzden çok mutlular. Çünkü bu sevimli ailenin bütün dertleri bitti. Bankanın bizlere verdiği mesaj bu. Ama işte olayın gerçek yüzü öyle değil. Hepimiz biliyoruz ki, insanlar ve aileler ne kadar mutlu olurlarsa olsunlar yukarıdaki şekle giremezler(Cosby ailesi hariç, onlar doğuştan deli). Yani olayın mutlulukla alakası yok, adamları bariz delirtmişler.

Şimdi bankaların da en az giyim mağazaları ve devlet daireleri kadar korkunç yerler olduğunu tartışmaya bile gerek yok. Çıplak dolaşamazsın mecbursun, ülkesinde barınıyorsun mecbursun, maaşın oraya yatıyor mecbursun. Bankaların bu korkunçluğuna bir de bu kredi için istedikleri bir sürü belge falan da işin içine girince insanın dengesi yavaş yavaş bozuluyor ve böyle tablolar otaya çıkıyor. Kredi fotoğraftaki abla üzerinden alınmış olmalı. Bankaya falan hep o gittiği için en çok o delirmiş. Sevgili kocası belge peşinde koşmuşa benziyor. Artık karı koca arasında krediye kavuşana kadar nasıl bir gerilim yaşanmışsa, bu yaşananlar küçük kızı bayağı etkilemiş gözüküyor.

Son olarak bir örnek de bizim mahallemizden vermek istiyorum. Aşağıdaki fotoğrafta görmüş olduğunuz çift, esnafın ve mahalle sakinlerinin oldukça değer verdiği, evlilik planları yapan ve hayata umutla bakan gençlerden oluşuyordu. Mahallenin bütün genç kızlarına ve delikanlılarına örnek gösterilirlerdi. Her şey, üç yıl önce, evlilik hayallerine bir an önce kavuşabilmek için kredi başvurusu yapmalarıyla başladı. Kredi çıktı, evlendiler ve hatta krediyi bile geri ödediler. Ama kredinin çıkması sürecinde düştükleri bu halden hala kurtulamadılar. Mahalle sakinleri ve esnaflar olarak elimizden geleni yaptık ve ne yazık ki başarılı olamadık. Ve günümüzde bu çift, mahallemizin sevgi ve saygı kokan sokaklarında bu şekilde dolaşmaya devam edip, mahallenin piçlerini korkutmaktadırlar.

Requiem for a kulak

Şüphesiz ki bir canlının en güzel parçasıdır kulak. Güreşçi kulağının o ezilmişliği bile değiştiremez bunu... Ve hala ve asırlardır dünyanın çeşitli bölgelerinde ağıtlar yakılmaktadır bu mükemmel oluşum için.

"Kulak kulak,
güzel kulak,
küçük kulak,
fındık kulak"

2.9.08

Elveda yaz, hoşgeldin güz, hoşgeldin Ramazan, seni seviyorum aşkım.

Ve yaz bitti. Nasıl geçtiğini ne olduğunu bile anlamadan bitti. Yaza Olimpos'da elveda diyebilmiş insanların çok sanslı ve ayrıcalıklı insanlar olduğunu düşünürüm. Ben de onlardan biriyim. Kadir Abi'yle akşam serinliğinde voleybol oynadıktan sonra onun şen kahkalarının renklendirdiği o doyumsuz sohbetin içerisinde yer alabilmek, Yanartaş'da o ürpertici sessizliğin eşliğinde mangal yapabilmek, güneşin sıcaklığını, denizin tuzunu iliklere kadar hissedebilmek bir insanı diğerlerinden farklı yapmak için yeterli.

Ve hoşgeldin sonbahar. Bütün bu güzelliklerin bizleri seneye de beklediğini bilerek yaşamanın verdiği güç ve mutlulukların habercisi olarak geldin, hoşgeldin. Ne de güzel bir sürpriz yaptın, bu sene beraberinde Ramazan ayını da getirdin. Hoşgeldin Ramazan. Ve en önemlisi, güz ve Ramazan, sizler hiç beklemediğim bir anda hayatımın aşkını da getirdiniz.

Dün akşam, bir lokantada oturuyor ve topun atılmasını bekliyorken gördüm onu. Neşe ve huzur içinde iftarı bekleyen aileleri düşünüyor, yalnızlığıma lanetler okuyordum. Topun atılmasına yirmi dakika kalmıştı. Garson çorbamı, ızgara köftemi çoktan hazır etmişti. Ve birden o içeri girdi. Hayal mi görüyordum ben? Tam karşımdaki masaya oturup garsona işaret ettiği zaman ben çoktan anlamıştım hayatımın aşkını bulduğumu. Gözlerimi ondan alamıyordum, bunu o da farketmiş ve gözlerini bana dikmişti. Kaçırmak istiyordum bakışlarımı, yapamıyordum. Ne olacaksa olsundu artık, bütün riskleri alarak gülümsedim, Allah'ım o da bana gülümsedi. Tam o sırada garson geldi, mercimek çorbası ve kızartma istedi. Canım benim demek ki mercimek çorbasını seviyordu. Ona kendi ellerimle kızartmalar hazırlayacaktım.

Topun atılmasına yedi dakika kalmıştı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Ve garson çorbasını getirdi. O da ne, bir anda çorbasını kaşıklamaya başladı. Evet, ciddi ciddi çorbasını içiyordu. Biz o kadar insan sabırsızlıkla topun atılmasını beklerken o hiçbir şey umrunda değilmişcesine karnını doyuruyordu. Sinirlenmeye başlamıştım. Ayağa kalktım "Ayıp olmuyor mu bayan!" diye bağırdım. Anlamsızca bana bakıyordu, o anlamsız bakışlarında bile beni etkileyen bir şeyler vardı. "Burada bu kadar insan orucuz, ayıp olmuyor mu?" dedim. O da ayağa kalktı, Allah'ım o ne endamdı öyle. "Beyefendi, burası laik ve özgür bir ülke, istediğim zaman istediğim gibi yerim içerim, size ne!" dedi. Ah benim oruç kafam, bir türlü yenemedim seni, her zaman olduğu gibi gene sen üstün çıktın ve ben gene kontrolümü kaybettim. "Siz bize bu saygısızlığı yapamazsınız diye, tabağımdaki ızgara köfteleri ona fırlatmaya başladım. İlk köfte yanağına geldi, o ne güzel yanaktı öyle elma gibi, ikinci köfte burnuna isabet etti, çizilmiş gibiydi burnu, üçüncü köfte dudaklarında patladı, o dudakları gördüğüm an dünyanın en güzel köyündeki kirazları tattığımı düşündüm. Diğer köfteler isabet etmemişti.

Sakince bana doğru yaklaştı ve bir tokat attı sol yanağıma. "Özür dilerim! Düşüncesizlik ettim!" dedi. "Asıl ben özür dilerim, sizi anlayışla karşılamam lazımdı!" dedim. Bana sarıldı, ona sarıldım. Tam o sırada top attı. Biz sarmaş dolaş bir haldeydik çok mutluyduk ve lokantadakiler de bu sahneyi mutlulukla alkışlıyorlardı. Hep birlikte neşe ve huzur içinde iftarımızı yaptık. Artık diğer insanların mutluluğunu düşünerek kahrolmama gerek yoktu. Hayatımın aşkını bulmuştum işte. Seni seviyorum aşkım.

30.8.08

Yaşam Koçu Sadık.

Merhaba, ben Sadık. Yaşam koçunuz Sadık. Sadık yaşam koçunuz Sadık. Siz insanların bazı hedefler belirlemesine ve belirlediğiniz bu hedeflere ulaşmanıza yardımcı oluyorum. Ve butün bunları belirli bir ücret karşılığında yapıyorum. Ücret demişken, beni en çok üzen konulardan bir tanesi de, sizlerden bazılarının bizim bu mesleğimizi "adamlar oturduğu yerden para kazanıyor." şeklinde küçümsemesi. Özellikle belirtmeliyim ki, bu oturulan yerden para kazanma mevzusu tamamıyla müşterinin seçimine bağlı. Eğer müşteri benim tavsiyelerimi oturarak dinlemek istiyorsa benim bu durumda yapabilecek bir şeyim yok.

Çok ve değerli müşterilerimizin tercihine göre seanslarımız karşılıklı halter çalışırken, şirin köylerimizin el değmemiş bağlarında çavuş üzümü toplarken, mekik çekerken ya da günlük ev işini yaparken de gerçekleştirilebilir. Müşterilerimzden ev hanımlarımız arasında seanslarını temizlik yaparken gerçekleştirmek isteyenler oldukça fazla. Ev işi yapmanın en fazla kalori harcanan sporlardan biri olduğunun farkına ikinci seansın sonunda varıyorlar. Kalplerinde, ruhlarının derinliklerinde yatıyor bu ama farkedemiyorlar. İşte biz burada devreye giriyoruz. Ruhunuzun derinliğinde, gözünüzün önünde olan ve ne yazık ki farkedemediğiniz milyonlarca olguyu görmenizi ve mutlu olmanızı sağlıyoruz. Daha fazla bilgi için lütfen e-mail gönderiniz. Vakit buldukça, burada, müşterilerimle olan deneyimlerimi paylaşmaya devam edeceğim. Unutmayın, mutluluk aslında çok yakınınızda ve sadık yaşam koçunuz Sadık bir e-maıl uzaklığınızda. Görüşmek üzere.

29.8.08

Feysbuk sosyalistleri

Daha geçenlerde demme ile yapacak başka bir şey bulamadığımız için öylesine onun bunun profilinde gezinirken farkına vardık feysbuk sosyalistlerinin. Bir insan neden katıldığı bir gösterinin, protestonun, basın açıklamasının fotoğrafını gider de profiline koyar pek anlaşılmasa da gene de saygıyla karşılanır. Sesinin, savunduğu görüşün diğer insanlara da ulaşmasını istiyordur, eyvallah.

Şimdi abi abla koymuş bir fotoğrafını, arkada çevik kuvvet dünyanın polisi, ablanın abinin elinde "özgürlük, barış" yazan bir bayrak, coşkuyla sallıyor. Bakıyorsun fotoğrafa aynı zamanda da düşünüyorsun, "gerçekten de güzel ve anlamlı bir fotoğraf bu!" diyorsun ve gözlerinin fotoğraf hakkında yapılan yorumlara kaymasıyla bambaşka bir boyuta geçiyorsun. "canııııım, ne kadar güzel çıkmışsın!", "o senin güzelliğin canııım, seni çok özledim!". Başka bir abi abla nükleer enerjiyi protesto etmiş, olayla ilgili fotoğrafları koymuş, doğal olarak bekliyorsun ki altında "sizin yanınızdayız, nükleree sonsuza dek karşıyız" şeklinde yorumlar olsun. Bir bakıyorsun ki "üzerindeki ne kadar da yakışmış canııım, çok güzel olmuşssun!" yazıyor.

Değişik değişik fotoğraflara baktıkça korkmadım değil, hiç belli olmaz, koymuştur açlık grevindeyken çekilen bir fotoğrafı, altına da yazmışlardır, "canııım ne kadar da kilo vermişsin, bikini ne de çok yakışır sana şimdi, çok kıskaaaandım:)))))))", "kıskanmaaaa canııııım, şimdi balık etli kadınlar modaa : ))))))"

Diğer ülkelerde de feysbuk sosyalistleri var mı diye de merak ediyor insan? Örneğin var mıdır şöyle bir şey?


-Ata bak ne kadar tatlı :))))) Yine de şahlanıyor amaaan:))))). Çok özledim seni, nerelerdesin?

-O senin tatlılığın. Ben de seni çok özledim:( En son Betty'nin doğumgününde görüşmüştük, ondan sonra ne aradın ne de sordun pis :)))

28.8.08

Radyo Rahim

Cehennem sıcaklarının yaşandığı Brooklyn varoşlarında Radio Raheem sırtında kasetçaları kaldırımları aşındırırken, bir anda piller bitiverir. 20 adet yeni pil almak üzere, Koreli bir çiftin işlettiği bakkala girer ve olaylar gelişir. Sinema tarihinin bence en güzel filmlerinden biri olan Spike Lee üretimi Do the Right Thing'den, sinema tarihinin bence en komik sahnelerinden biri. Ne zaman bakkala pil almaya gitsem gelir aklıma. İngilizce öğrenmeye çalıştığımız zamanlar canlanır. Bakkal ya da Raheem olsun farketmez eğer bir insan kendini böyle bir muhabbetin ortasında buluyorsa çok sanslıdır.

Count the shits again man.

Öğle tatili kabusu

Eğer elliden fazla eleman çalıştıran bir şirkette çalışmak için iş görüşmesine gidiliyse ve o iş görüşmesi çok iyi geçip de olay seni sınayan kişinin, "Bizim hakkımızda öğrenmek sormak istediğiniz bir şey var mı?" sorusuna kadar geldiyse, bu durumda sorulması gereken en önemli soru, şirketin öğle yemeklerini nasıl sağladığı. Kendileri hazırlayıp ya da bir catering şirketi ile anlaşıp, yemekhanelerinde çalışanlarını doyuruyorlarsa sorun yok, iş gönül rahatlığı ile kabul edilebilir. Ve fakat bu öğle yemekleri, "Cebinize para koyduğumuz yetmiyor bi de karnınızı doyuracaktık he? Alın şu ticket'ları nerede zıkkımlanıyorsanız zıkkımlanın!" şeklinde sağlanıyorsa bu aynı zamanda çok kötü günlerin de bir habercisidir.

Öğle yemeklerini, çalışanlarına yemek çeki verip, onlara istedikleri yerde istedikleri gibi yemek özgürlüğünü sağlayan şirketler son derece tehlikeli yerlerdir. Çünkü bu şirketlerde mutlaka ama mutlaka en az yedi kişiden oluşan ve öğle yemeklerini her gün hep birlikte değişik yerlerde yiyen bir grup vardır. Gidişiyle gelişiyle yiyişiyle en fazla bir bir buçuk saat sürecek bir öğlen yemeğini her Allah'ın günü yedi sekiz kişiyle birlikte yemek korkunç bir şey olsa gerek. Olayın adı üstünde: Öğle tatili. Amaç senin işten güçten iş arkadaşlarından bir saat de olsa uzaklaşmanı ve rahatlamanı sağlamak. Ve bunu kakara kikiri anlamsız bir gürültü halinde bir eziyete dönüştürüyor olmanın akla yatar bir yanı yok.

Bu korkunç öğle yemeği grubunun yarattığı en büyük tehlike ve tedirginlik sürekli bir büyüme arayışı içinde olmaları. Kendi hallerinde kimseye bulaşmadan yeseler içseler dünyanın en güzel grubu olacaklar. Ama o kadar insan gittikleri yetmiyor, bir de kendi başına takılmaktan çok mutlu insanları da gruplarına katmak istiyorlar. Çevreye sürekli bir tedirginlik yayıyorlar. Sabahtan başlıyorlar plan yapmaya, "bugün nereye gitsek de nerede yesek..." diyerek öğleni zor ediyorlar. Aynı zamanda gruplarına yalnız insanları katmak, bir güncük de olsa onları da yemeğe götürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sende bir sorun olduğunu düşünüyorlar. Tarikat gibi bir oluşum adamlar. Eğer öğle yemeğine tek başına giden ve bundan mutluluk duyan bir insansan bu gruba göre sen bir manyaksın, yardıma ihtiyacın var.


Bütün bunların yanında asıl felaket olan bu gruplar yüzünden iş merkezlerinin etrafındaki lokanta, kafe, restorant gibi müesselerde de asla ve asla tek kişilik masa bulunamaması. Tek kişi tamam abartılı oldu, iki kişilik masalar bile yok. Hep bunların yüzünden. Şöyle tek başına, sakin sakin yemek yeme şansın yok. Dört kişilik masaya oturacaksın, "Allah'ım ne olur başkası da gelip oturmasın!" korkusuyla çorbanı kaşıklayacaksın, eziyet çekeceksin. Bu grubun esnaf ve lokantacılar çalışanları üzerinde de etkisi büyük. Tek başına adımını attın mı işletmeden içeri, daha girişte garsonun "tek mi geldin, hiç gelmeyeydin daha iyiydi!" imasıyla karşılaşıyorsun. Servis boyunca da "pis yalnız, senin layığın budur!" şeklinde sürüp giden bir servis anlayışı, lokmalar boğazında takılıyor.

Yapacak başka bir şey yok. İş yerleri ve çevresinde sadece tek kişilik masaları bulunan lokantaları düşlemekten başka.